Mülteci kadınlar tarafından kurulan Women in Exil & Friends Derneği öncülüğünde kadınlar, Almanya’nın 15 kentini kapsayan bir yaz turuna çıkıyor. Üç hafta sürecek yolculuk boyunca Almanya’nın her köşesi turlanıp, mülteci kadınların hak ve talepleri yüksek sesle dile getirilecek
HABER MERKEZİ(31.07.2016)- Farklı ülkelerden gelen mülteci kadın tarafından kurulan Women in Exil & Friends Derneği, otobüslerle Almanya’nın Magdeburg kentinden yola çıktı. Magdeburg’dan başlayan yolculuk 14 Ağustos günü Berlin’de sona erecek. Tur süresince konaklanan şehirlerdeki mülteci kampları ziyaret edilecek. Bu kamplarda kalan kadınlar ve dostları ile ortak çalıştaylar düzenlenecek.
Women in Exil hakkında
Women in Exil, 2002 yılında mülteci kadınlar tarafından mülteci kadınların hak ve taleplerini dillendirmek amacıyla Brandenburg’da kuruldu. 2011 yılında mülteci olmayan kadınlarla da ortak çalışma yürütmeye başlayan inisiyatif, kamu yararını gözeten kuruluş olarak tanındı ve dernekleşerek Women in Exil & Friends e.V. adını aldı. Almanya’da mülteci statüsü almış kadınlar, statüsü olmayan kadınlarla dernek çatısı altında bir araya gelerek tecrübelerini paylaşıyor. Mülteci kamplarında yaşamak zorunda bırakılan kadınların kendilerini daha güvenli hissetmeleri için projeler üretip yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çalışmalar yürütüyor. Diğer feminist ve anti-faşist gruplardaki kadınlarla da cinsel şiddete, ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı perspektif oluşturuyor ve eylemler planlıyor.
yeniozgurpolitika
Women in Exil & Friends internet sayfasına burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.
HABER MERKEZİ(31.07.2016)- Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrimci faaliyetlerini sürdüren Demokratik Kadın Hareketi,Faşist TC. Devletinin taş üstünde taş bırakmayarak, yakıp-yıkıp-katlettiği-savaş uçaklarıyla bombaladığı kuzey Kürdistan şehirlerindeki kürt ulusunun yaşamı yeniden inşa etme sürecinde ‘Savaşa ve Yıkımlara Karşı Yaşamı Birlikte İnşa Ediyoruz’ şiarıyla dayanışma kampanyası başlattı.Başlatılan kampanyanın duyurusu şöyle:
Demokratik Kadın Hareketi İstanbul örgütlülüğü ‘Savaşa ve Yıkımlara Karşı Yaşamı Birlikte İnşa Ediyoruz’ şiarıyla Kürdistan illeri için dayanışma kampanyası örüyor. Dayanışma kampanyası kapsamında belirlenen ihtiyaç listesi şöyle;
-Yağ
-Kuru fasulye
-Pirinç
-Mercimek
-Salça
-Mama
-Çocuk bezi
-Kadın pedi
-Battaniye
İhtiyaçlar Gazi Demokratik Haklar Derneği ve Sarıgazi Yüz Fikir Kültür ve Sanat Derneği’nde toplanacaktır.
İrtibat numarası: 0553 742 2055
Yeni KADIN Merkezi Yönetim Kurulu üyesi Dr. Büyükavcı savunmasında ezilen kadınların mücadelesini tarihsel, sosyal, psikolojik ve siyasal arka planıyla irdeledi. 32 sayfalık savunmasında beşbin yıllık süreci ortaya koyan Büyükavcı, iddanamede geçen‘kadınların ayrımcılığa uğradıkları’ anlayışını red ettiklerini, kadınların erkek egemen bir sistem tarafından ezildiklerini, katliama uğradıklarını, tecavüzlere uğradıklarını ve sadece ayrımclık meselesi olmadığını, meselenin emperyalist kapitalist sisteminde ürettiği bir sorun olduğunun bilinçli olarak gözardı edildiğini dile getirdi
HABER MERKEZİ(30.07.2016)- Münih Eyalet Yüksek Mahkemesinde görülen TKP/ML davasının duruşması 25 Temmuz’da görüldü. Bu duruşmada savunmasını gerçekleştiren Yeni KADIN aktivisti Dr. Banu Büyükavcı, kadın mücadelesinin gerekliliğini ortaya koyarak, davanın sistemin varolan mücadeleye karşı geliştirilen refleksi olduğunu dile getirdi.
Sözlerine tutuklanma sürecinde yaşadığı işkenceleri anlatmakla başlayan Dr. Büyükavcı, izolasyonun en ciddi işkence yöntemlerinden birisi olduğunu vurguladı ve bunun insanlık suçu olduğunu belirtti. 23 saat hücrede tek başına ve bir saat diğerlerinden ayrı olarak havalandırma geçirdiğini vurgulayan Banu Büyükavcı, bu süreçte bazı mahkumlar tarafından şiddet içerikli tacizlere maruz kaldığını dile getirdi. Koridolarda tesadüf eseri başka mahkumlarla karşılaşma durumunda ise o mahkumların sırtlarını dönmek zorunda bırakıldıklarını belirten Dr. Büyükavcı, insanların sosyal varlıklar olduklarını, bu türden işkencelerin insan sağlığı üzerinde önemli etkileri olduğunu belirtti ve Alman devletinin bu uygulmasının insan sağlığına zarar verdiğini belirtti.
Yeni KADIN Merkezi Yönetim Kurulu üyesi Dr. Büyükavcı savunmasında ezilen kadınların mücadelesini tarihsel, sosyal, psikolojik ve siyasal arka planıyla irdeledi. 32 sayfalık savunmasında beşbin yıllık süreci ortaya koyan Büyükavcı, iddanamede geçen‘kadınların ayrımcılığa uğradıkları’ anlayışını red ettiklerini, kadınların erkek egemen bir sistem tarafından ezildiklerini, katliama uğradıklarını, tecavüzlere uğradıklarını ve sadece ayrımclık meselesi olmadığını, meselenin emperyalist kapitalist sisteminde ürettiği bir sorun olduğunun bilinçli olarak gözardı edildiğini dile getirdi.
Tüm dünyada mücadele eden kadınların, mücadelelerinden ve kırıma uğrayan kadınlardan örnekler veren Dr. Büyükavcı, batı Avrupa’da göçmen kadınların sorunlarını dile getirerek, en fazla etkilenen ve dolayısıyla en fazla ezilen kesimi oluşturduğunu belirtti.
Dr. Banu konuşmasını şöyle sonlandırdı: ‘Hayatlarını daha yaşanılır bir dünya uğruna adayan, bu uğurda mücadele eden, zindanlarda yaşamak zorunda kalan ve canlarını veren devrimcileri, demokratları, işçi-emekçileri ve kadınları saygıyla anmayı görevim olarak görüyorum. Savunmamda ortaya koyduğum, insanlığın ve kadınların yaşamak zozunda bırakıldıkları yaşam fotografı ümitsizlik verebilir. Ancak ben ümitsiz ve umutsuz değilim. Tarihin adaletsizlikleri affetmediğini biliyorum. İnsanlığın geçmişin despotlarını ve dikta rejimlerini altettikleri gibi, bugünde yapacaktır’
Savunma avukatlarının verdikleri dilekçelerin değerlendirilmesi bölümünde, Türkiye’de 15 Temmuz sonrası yaşanan darbe girişimi ve darbe sonrasında davanın düşürülmesine yönelik dilekçeye federal savcılığın aldığı pozisyon okundu. Savcılık, Türkiye’deki gelişmelerin davanın seyrini etkilemeyeceği,bu davanın düşürülüp düşürmemesinin Alman Adalet makamının yetkisinde olduğu ve Alman dış politikasının bu süreçte ciddi bir değişikliğe gitmediğinden davanın düşürülmesine yönelik savunma avukatlarının verdikleri dilekçenin reddini talep etti. Mahkeme başkanı düşürülme dilekçesi bağlamında savunmaya tekrardan söz hakkı vereceğini ve kararını vereceklerini belirtti.
Savunma avukatlarının verdikleri bir diğer dilekçe ise tercümanın değiştirilmesine yönelik oldu. Mahkeme tarafından görevlendirilen tercümanın simultan tercümeyi gerektiği gibi yapmadığı, yanlış anlamalara sebebiyet verdiği, davalıların genel olarak mahkeme salonunda yapılan konuşmaları anlayamadıklarını örnekleriyle ortaya koydular. Mahkeme bu konudaki kararını bir sonraki duruşmada vereceğini belirtti.
Dava 29 Temmuz’da devam edecek. Bir sonraki duruşmada Seyit Ali Uğur ve Musa Demir savunmalarını gerçekleştiriecekler. Münih ve Bayern Eyaletin’de yaşanan çatışmalardan kaynaklı avukat ve müvekillerin görüşmelerinde sorunların ortaya çıktığını belirten Dr. Büyükavcı’nın avukatı bir dilekçe vererek görüşmelerde zorluk çıkarılmasınıı eleştirdi. Mahkeme senatosu konuyla ilgileneceğini belirterek duruşmaya son verdi.
atik-online.net
Bize dayatılan toplumsal rollerden tamamen sıyrılmak uzun bir mücadele süreci, fakat kendimize ve hemcinsimize karşı açık olmak en kolaylaştırıcı ve kazandırıcı adımdır. Tüm tartışmalarımızda içimizdeki erkeklikle ne kadar açıktan mücadele edersek o kadar özgürleşmeye devam edeceğiz. Çünkü erkek devlet her gün, her saat kadınların yaşamına, haklarına saldırmaktan vazgeçmiyor. Günü şiddetle örgütleyen “TC” bu ırkçı, şoven, cinsiyetçi politikalarını başlattığı topyekûn savaş konseptiyle daha da tırmandıracak. Sınıf mücadelesinin keskinleştiği, herkese önemli sorumluluklar yüklediği bugün, mücadeleyi bulunduğumuz her alanda daha da geliştirmek ve sürekli gericilikle mücadele halinde olmak şarttır
HABER MERKEZİ (29.07.2016) – Halkın Günlüğü Gazetesi 126. sayısında yer alan ” ‘Beyler’ yine taarruza geçti! Davetleri kabulümüzdür!’ başlıklı yazıyı site okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Erk iktidarın köşe tutucuları yine kadınlar hakkında konuşmaya başladı. “Düşük profilli” Başbakan acil servislerin aynı zamanda evlendirme dairesi olabileceğini söyledi. Anayasa Mahkemesi, TCK’daki ‘15 yaşını tamamlamamış çocuklara yönelik her türlü cinsel davranışı’ istismar sayan ve 8-15 yıl arası hapis öngören maddeyi iptal etti. Sabah Gazetesi “TC”yi kadın hakları konusunda yerden yere vuran CEDAW raporunu övgüyle halkımıza servis etti. Diyanet İşleri Bakanlığı “Uyuyan insanı öldürmekle kürtaj aynıdır” dedi. Tam bu sırada Cizîr’de vahşet bodrumunda katledilen Sultan Irmak’ın cenazesi teşhis edildi…
Şiddetin yasalaştırıldığı, kadınların devlet desteğiyle öldürüldüğü bu ülkede 2010-2015 yılları arsında 1.414 kadın, bindörtyüzondört dünya katledilmişken, 2016’nın ilk yarısında da 153 kadın katledildi.
Sıralamak bile sabır meselesi ancak bu nutuklara şaşırmıyoruz, çünkü eril iktidarın ‘erkekliği’ toplumsal kurum ve pratiklerde sürekli olarak onaylaması sınıf varlığının zorunluluğudur. Bu tekrarların biz ezilenlerin yaşamındaki tezahürü burjuvaların sınıf aidiyetidir, saltanatlarının teminatı, ideolojisidir. Burjuva sınıfının terbiye aracıdır. Eve hapsedilen, erkeğe zimmetlenen, kendinden başka herkesin ‘malı’ görülen kadının, bu şiddet sarmalı karşısındaki duruşu bile günlük yaşamının bir direnme biçimine dönüşmesine gebedir. Çünkü kadınlar için yaşam hakkı, onların her saniye yeniden uğraşarak kazanması gereken bir mücadele alanıdır. Tüm bunlardan hareketle toplumsal mücadele mevzilerine dönmemiz, kadın mücadelesini her alanda daha da köklü bir şekilde güçlendirmemiz, mücadeleyi bir yaşam biçimi olarak kavramamız hayati önemdedir. Bunca saldırı altında kendi içimize doğru şeffaf, vurucu bir yolculuğa çıkmamız her dönem olduğu gibi bugün de kazanım dolu bir yöntemdir.
Kadın mücadelesine hazır mıyız? Ya da tamam mıyız?
Evet, kadın mücadelesi son yıllarda toplumsal muhalefet içerisinde ciddi bir ivme ve söz kazanmış durumdadır. Özellikle Gezi Ayaklanması ile beraber kadın mücadelesinin daha da etkili bir şekilde güçlendiği, kadın mücadelesi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve örgütlenme perspektifi üzerine ciddi kazanımlar elde ettiği, erkek devlet tarafından da pekâlâ bilinmektedir. Kadın mücadelesini nasıl daha yaygın bir şekilde öreriz ve çoğalırız sorusu hala en önemli perspektifimiz ve itici gücümüz olarak aktüel tartışma konularımızdan birisidir. Kuşkusuz kadınlar daha çok yan yana geldikçe, birbirlerine dokundukça bu sorunun cevabı pratik olarak kendini var edecektir. Ve kendini çok daha mümkün ve yaratıcı kılmaktadır. Fakat şimdi esasen örgütlü kadınlar olarak kadın mücadelesine ne kadar yakın olduğumuzu tartışmak istiyoruz. Elbette içimizdeki erkekliklere vura vura… Ve bu bağlamda mücadele alanlarında sıkça karşılaşılan öğretilmiş iki rolü masaya yatırıp iyice hırpalamak istiyoruz.
“Kadın mücadelesi gerekli midir?”
Bu soru kadın mücadelesinin görece daha zayıf olduğu dün, daha yüksek sesle soruluyordu. Şimdi genel anlamıyla erkeklerden kopamayan, yalnız onların doğru düşündüğünü; kadını her zaman kıskanç olarak gören, kadın toplantılarını bir konken partisi olarak gören ERKEK ve kadınlar tarafından çokça savunulmuş, ama biz cadıların süpürgesiyle artık kapı eşiğinde yellere savrulmuş fikir fukaralıkları bunlar. Şunu özellikle belirtelim; kadın ve erkeği ideolojik mücadele bağlamında asla aynı yerlere koymuyoruz. Fakat burada teşhir etmek istediğimiz; bilinçlenmeyi yegâne silahı olarak elinde bulunduran devrimcilerin öğretilmiş roller ya da geleneksel rolleri devrimci kurumlar içerisinde sorgulamadan tekrar tekrar üretme gayretkeşlikleridir.
“Kendimi yeterli hissediyorum”
Doğduğumuz andan itibaren kadınlık rolü ile öylesine sarmalanmışız ki, her zaman en mükemmeli olmak için gayret ederiz. Kuşkusuz bunun altında da esasen erkliğe olan hayranlık yatmaktadır. Kadın mücadelesi alanında kendini geliştirmek isteyen kişi, bu hal ile asla kendine ve kız kardeşlerine karşı samimi olmayı başaramaz. Her zaman en harika sözü söylemek ister, tüm ilişkilerini her zaman diğerlerini küçümseyerek yaşar. Ama esasen kendi kimliğine ve cinsine olan yabancılaşmanın enkazı yatmaktadır bunun altında. Kadın mücadelesinde çokça söz söyler fakat kadınlık durumu ile ilgili olarak eleştirildiğine, “Yanlış anladınız, onu demek istemedim” der. Öz itibariyle belki sayfalarca, günlerce tartışabileceğimiz bahsini ettiğimiz bu roller devletin, toplumun, ailenin kadını olanın sonucudur. Heteroseksizm ile her gün defalarca kez dayatılan devlet geleneğidir. Bir adım öndeyiz çünkü öğretilmiş olan her duruma, role, kabule, düzene savaş açmış durumdayız.
Ne o, ne bu her zaman kadın dayanışması! Her zaman mücadele!
Bize dayatılan toplumsal rollerden tamamen sıyrılmak uzun bir mücadele süreci, fakat kendimize ve hemcinsimize karşı açık olmak en kolaylaştırıcı ve kazandırıcı adımdır. Tüm tartışmalarımızda içimizdeki erkeklikle ne kadar açıktan mücadele edersek o kadar özgürleşmeye devam edeceğiz. Çünkü erkek devlet her gün, her saat kadınların yaşamına, haklarına saldırmaktan vazgeçmiyor. Günü şiddetle örgütleyen “TC” bu ırkçı, şoven, cinsiyetçi politikalarını başlattığı topyekûn savaş konseptiyle daha da tırmandıracak. Sınıf mücadelesinin keskinleştiği, herkese önemli sorumluluklar yüklediği bugün, mücadeleyi bulunduğumuz her alanda daha da geliştirmek ve sürekli gericilikle mücadele halinde olmak şarttır. Örgütlü her alanda, toplumsal mücadelenin her kesiminde özel mülkiyete dayalı ilişkilere, geleneksel rollere daha fazla karşı çıkmalı, teşhir etmeli ve yeniyi yaratmalıyız. Unutmamalıyız ki savaşı kendimizle büyütmek bu düzeni temellerinden sarsacak güç olacaktır.
“Arkadaşım bana haklarımız olduğunu söylerdi.Bense böyle bir şeyin olmadığını, ‘üçüncü sınıf patateslere’ benzediğimizi,hayatın böyle olduğunu söylerdim. Kimse bize işçi olduğumuzu,bir takım haklara sahip olduğumuzu öğretmiyor.”(Peru’da bir işportacı kadın)
SİBEL ÖZBUDUN- Geriye bakınca, kopuş noktasını tam olarak saptayabilmek kolay değil. Önce, elimizde “sınıf pusulası” vardı. Hemen herşeyi açıklayacak bir çıkış noktası olarak kullandığımız…Naiftik, doğrudur… Kimilerine göre, “sınıf” kavrayışımız fazla yalınkat, belki fazla mekanikti. Dünyaya “işçi sınıfı”nın gözlerinden bakmaya çabalarken, diğer herşey bize, “Sınıf üzerinden çözülecek” vurgusuyla “tali” geliyordu… Kürt sorunu, kadın sorunu, çevre… Bunların hepsi “devrimden sonra” hâlledilecek konulardı…Ama dünyanın mevcut hâliyle, gelir dağılımındaki eşitsizliklerle, sömürüyle, tahakkümle derdi olan çocuklardık. Hepimizin düşlerini, herkesin çabasını ortaya koyup, ürettiklerini kardeşçe paylaşacağı, sömürüsüz, tahakkümsüz bir kardeşlik sofrası süslerdi…Sonra, “sınıf” kavramının analitik kapasitesinin sınırları konuşulur oldu, özellikle Batı’nın sol entelektüel âleminde… Tüm tahakküm biçimlerini “sınıf” anahtarıyla kavramanın mümkün olmadığından dem vurulur oldu. 68’in sokaklara döktüğü siyahîler, kadınlar “sınıf” kategorisi altında birer alt-başlık olarak ele alınmayı arzulamadıkları gibi, üzerlerindeki tahakküm biçimleri tam olarak “sınıfsal” ile örtüşmüyordu… “Irk” ve “cinsiyet” (sonraları “toplumsal cinsiyet”) kavramları tam o anda imdada yetişti. Sınıfa eklemlenebilen, ama tam da ona tabi olmayan tahakküm biçimleri… İlk demlerinde, siyahîleri, göçmenleri, etnik grupları ve diğer ezilen toplulukları, işçilere tabi olmaksızın sistemin ırkçılığına ve ataerkilliğine karşı mücadeleye sevk edebilecek, dolayısıyla da anti-kapitalist cepheyi genişletebilecek yararlı kavramsal araçlar gibi gözüküyorlardı. Dahası, ezilen kesimler arasında farklılıklara (siyahî, kadın, lezbiyen, alt sınıf…) vurgu yaptığı ölçüde, spesifik bir söylemin aynı kategori içerisindeki “farklı” kimlikleri ötekileştirmesinin önüne geçtiği varsayılıyordu: (feminizmin orta sınıf, beyaz, heteroseksüel kadınların ayrıcalıklı söylemi olarak, alt sınıf, siyahî, eşcinsel kadınları “ötekileştirmesi”, ırkçılık karşıtı hareketin azınlık erkeklerin kadınları kendilerine tabi kılmanın bir aracı olarak kullanmaları…) Kabul etmeli, biçimlenmekte olan “Yeni Sol” için eğlendirici bir akıl jimnastiği!Sonra bildiğimiz herşeyin tersyüz olduğu, “yıkıldı, yıkılacak” dediğimiz kapitalist sistemin çözülen sosyalist blok karşısında kendince “muazzam” bir zafer kazandığı, ve bunun sarhoşluğunda Batı’da emekçilerinin kazanımlarını geri aldığı, ücretleri küresel ölçekte alabildiğine aşağı çektiği, sosyal hakları berhava ettiği, yani o pek sevdikleri terimle “istihdamı deregülarize ettikleri” neo-liberal sulta çağı başladı. Dünya artık tek kutuplu bir yerdi; kapitalizm ise küresel ve ebedi bir sistem. Sınıflar savaşı, burjuvazinin nihai zaferiyle sona ermiş, proletarya da veda edip tarih sahnesinden çekip gitmişti…Üretken sektörler, bol, ucuz ve talepkârlık düzeyi düşük çeperlere, Güney ülkelerine kaydıkça, metropoldeki “istihdam manzarası” da dönüşmekte, “mavi yakalılar”, gözlerden uzaklaşmaktaydı. Genel ön kabuldeki hâliyle işçi sınıfı marjinalize olurken,[2] bu sürece, neo-liberalizm ideologlarının, “tarihin sonu”, “elveda proletarya” söylemleri eşlik ediyordu.Post-yapısalcı, post-modern akımların “sınıf bitti, yaşasın kimlik!” çıkışı bu dönemlere rastlar. Böylelikle, tahakküm ve sömürünün çoğulluğu ve çok-veçheliliğine işaret etmek üzere formüle edilmiş olan bir kavram, sömürü ve tahakkümün gerçekleştiği bağlam olan “sınıf”tan, dolayısıyla yeniden dağıtıma ilişkin taleplerden tümüyle yalıtılarak, “fark, tanınma ve temsil stratejileri”ne irca etmiş oluyordu. O andan itibaren, feminist tartışmalar, içinde gerçekleştikleri dünyada neler olup bittiğinden oldukça soyutlanmış temalar çevresinde dönmeye başladı: öznelliğin biçimlenişi, kadın(lığ)ın Oedipal mi, yoksa pre-Oedipal evrede mi biçimlendiği, arzu, beden politikaları, simgesel iktidar… Post-yapısalcı, post-feminist söylemler, kendisi bir fildişi kuleye dönşen akademi içine hapsolacaktı bundan böyle. Feminist “pratik” ise, sponsor destekli projeciliğe indirgendi…Oysa dar feminist akademianın dışında akan hayat, kadınların yaşamını yeryüzü ölçeğinde, büyük bir hızla ve radikal biçimde dönüştürmekteydi.Sosyalist sektörün yıkılması ile gerçekleştiğine inanılan neoliberal ü/dis-topya, serbest piyasanın sınırlarını küresel ölçekte genleştirme ideali doğrultusunda işliyor, yakın zaman öncesine dek sosyalist realiteden beslenen toplumsal muhalefet nedeniyle hayata geçiremediği herşeyi -eğitimi, sağlığı, yolları, elektriği, suyu, havayı, yürümeyi, düşleri, boş zamanı, entelektüel çabayı, eğlenceyi, ölümü…- alınıp satılabilir şeylere, metalara dönüştürmek yolunda zincirinden boşanmış bir “yaratıcılık” sergiliyordu.Yeryüzünün uçsuz bucaksız bir metalar çöplüğüne dönüştüğü koşullarda yaşam, toplumun büyük bölümü, bu arada kadınlar açısından büyük ölçüde zorlaşmaktaydı.İşgücünü olabildiğince ucuzlatma yolundaki neo-liberal girişim, sosyal haklarından soyunmuş, çıplak ve geçici işgücü arayışında Güneyli genç kadınları yığınlar hâlinde üretime çekerken, 14-15 yaşındaki çocukları, havasız, izbe, rutubetli atölyelerde günde 10-12 saat, boğaz tokluğuna çalıştırmakta, elindekiler yıprandığında fırlatıp yeni, taze işgücünü devreye sokabilmektedir. “Kadrolu çalışma” emekçilerin ezici çoğunluğu için bir hayaldir artık; yeni “norm” taşeronluktur.Neo-liberal kapitalizm koşullarında emek örgütleri zaaflı, ücretler düşük, çalışma koşulları dünya emekçilerinin büyük bölümü için sağlıksızdır. Dünya ölçeğinde çalışma yaşındaki (15+) kadınların yarıdan fazlası (yüzde 52) istihdam ediliyor olsa da, yakından bakıldığında bunların büyük bölümünün ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı görülmektedir.[3] 2010 verilerine göre çalışan kadınların yalnızca yüzde 34’ü tarım-dışı ücretli bir işte çalışıyor.[4] Dünyada yarı-zamanlı çalışanların büyük bölümü, kadınlar.[5] Kadın ücretleri, aynı işi yapan erkeklere göre bir hayli düşük (Eşit Ücret Yasası’nın 1963’ten beri, yani 52 yıldır yürürlükte olduğu ABD’de kadın ücretleri aynı işi yapan erkeklerin yüzde 77’si kadar! AB ülkelerinde ise, bu oran yüzde 75-90 arasında değişiyor. Ve BM mevcut tempoyla dünyada erkeklerle kadınlar arasındaki ücret eşitsizliğinin, 70 yıl sonra ancak kapanabileceğini ifade ediyor![6])Yalnız istihdam alanında mı? Kadınlar, dünyadaki ücretsiz ev-içi çalışmanın hemen tümünü gerçekleştiriyorlar. Bir başka deyişle, üretimdeki rolleri bir yana, dünyada yeniden üretimin büyük bölümü, kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor.[7]“Yeni dünya”nın “trend”leri, bilindiği gibi kadın ve çocuk ticaretini küreselleştirdi. Günümüzde fuhuş “sektör”ü, yıllık 156 milyar dolarlık cirosuyla son derece kârlı bir “iş” olmayı sürdürüyor.[8] Bugün dünyada 13 828.700 kadının fuhuş sektöründe çalıştırıldığı kaydedilirken,[9] bu sayının savaşlar ve neden olduğu yıkımla katlanarak arttığını belirtmeye gerek var mı?Neo-liberalizmin küresel ölçekli bir başka getirisi, emek temelli örgütlenme çabalarını marjinalize ederken, örgütlenme çabalarını de (“devletin küçültülmesi” retoriğiyle uyumlu bir şekilde) “sivil toplum girişimciliği”ne kanalize etmesidir. Bu anlamda, “küçülen” (oysa devlet(ler)in küçüldüğü filan yoktur: onlar devasa askerî-güvenlik komplekslerine dönüşmektedirler. “Küçülen”, devletin sosyal işlevleridir), devletlerin sosyal hizmetlerinin, çoğu küresel finans kurumları tarafından sağlanan fonlarla desteklenen sivil toplum örgütleri tarafından üstlenilmesi beklenmektedir. Bu koşullarda neo-liberal ataerki, bir yandan kadınların emeğinin ve bedeninin küresel ölçekte değersizleşmesini getirir, bir yandan onları örgütsüz ve desteksiz bırakırken, bir yandan da bölgesel kaynaklar üzerine emperyalist rekabetin tetiklediği küresel şiddet ortamında, onları hızla tırmanan bir eril şiddetle karşı karşıya bırakmaktadır. Aile-içi şiddet, kadın cinayetleri bir “az gelişmişlik”, “kültürel gerilik” vb. sorunu değil, tüm dünya kadınlarını tehdit eden bir tehlikedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre yeryüzünde her üç kadından biri fiziksel şiddete uğrarken, “dünyanın en demokratik ülkesi” sayılan (The Economist, 2007) 10 milyon nüfuslu İsveç’te her yıl 100 000 kadar kadının aile içi şiddete uğradığı hesaplanıyor.[10] Afganistan verilerini isterseniz hiç tartışmayalım!Burada çok sınırlı bir biçimde aktarabildiğim bütün bu verilerden çıkan sonuç(lar) nedir? Birkaç başlık hâlinde özetleyeyim.
Hâl böyle olunca, kadınların konum ve durumlarına ilişkin mülahazalar, psinanalitik, kültürel, simgesel, post-yapısal vb.nin yanısıra, ve onlardan daha fazla “ekonomi-politik” perspektiften, bir başka deyişle “sınıfsal bakış açısı”ndan beslenmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor. Bir başka deyişle, neo-liberal kapitalizmin küresel sömürü ve tahakküm boyunduruğundan kurtulabilme girişimi, “kadınlık durumu”nun bu boyunduruğu kırmaya ve emekçi insanlığa yeniden eşitlik, özgürlük ve kardeşlik olasılığı sunmaya yönelik Marksist tahlil ve pratik çerçevesine entegre olmasını gerektiriyor.Çünkü 1980’lerden beri dünyayı tarihte eşi benzeri görülmemiş boyutlarda yağmalayan neo-liberal kapitalizm, kadınların, yoksul halkların, etnik azınlıkların, çocukların talanının sınıfsal sömürü ve tahakkümle doğrudan ilişkili olduğunu, ve bu sistem yıkılmadıkça yeryüzünde hiçbir sıradan insan için (iktisadi, siyasal ve de toplumsal) “özgürlük” olamayacağını bugüne dek görülmemiş bir çıplaklıkla gözler önüne serdi…
SİBEL ÖZBUDUN
N O T L A R[1] 19-20 Aralık 2015 tarihinde İstanbul’da düzenlenen ‘Uluslararası Kadın Konferansı’nın ‘XXI. Yüzyılda Kadının Durumu: Mücadele, Yol ve Yöntemleri’ oturumuna sunulan tebliğ… Kaldıraç, No:180, Temmuz 2016…[2] Oysa kapitalizmin neo-liberal evresi, bir yandan istihdamı deregülarize eder, biryandan da üretken sektörleri Güney ülkelerine kaydırırken proletaryanın sınırlarını, insanlığın büyük bölümünü kapsayacak tarzda genişletiyordu…[3] Kadın işgücünün Arnavutluk’ta yüzde 62’si, Cezayir’de yüzde 24’ü, Avusturya’da yüzde 8’i, Azerbaycan’da yüzde 62’si, Bhutan’da yüzde 68’i, Bosna-Hersek’te yüzde 24’ü, Kamboçya’da yüzde 70’i, Kolombiya’da yüzde 51’i, Danimarka’da yüzde 4’ü, Mısır’da yüzde 46’sı, Yunanistan’da yüzde 28’i, Türkiye’de yüzde 42’si… ücretsiz aile işçisi konumundadır. http://data.worldbank.org/indicator/SL.EMP.VULN.FE.ZS/countries.[4] Population Reference Bureau, The World’s Women and Girls, 2011 Data Sheet.[5] Arjantin’de tüm yarı zamanlı çalışanların yüzde 63’ü, Avustralya’da yüzde 71’i, Avusturya’da yüzde 81’i, Belçika’da yüzde 80’i, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 70’i, Fransa’da yüzde 80’i, Meksika’da yüzde 57’si, Güney Afrika’da yüzde 66’sı, kadınlar. http://data.worldbank.org/indicator/SL.TLF.PART.TL.FE.ZS.[6] “Gender pay gap will not close for 70 years at current rate, says UN”, The Guardian, 5 Mart 2015.[7] Tüm dünyada: Gana örneğini temsili kabul eden UNIFEM verilerine göre, ülkede ücretli kamu işçisi bir kadın, ev işlerine haftada ortalama 30 saat ayırırken, erkek ücretliler için bu süre 9 saati bulmuyor. Bu ise toplam kadın iş gününü haftada 73.4 saate çıkartmakta. Erkek kamu işçilerinde bu süre 56.2 saat. (UNIFEM, Progress of the World’s Women, 2005. Women, Work and Poverty.) Avustralya’da ev işlerine ayrılan süre, kadınlar için 33 saat 45 dk., erkekler için ise 18 saat 20 dk. (http://www.abs.gov.au/AUSSTATS/abs@.nsf/Lookup/4102.0 Main+Features40Marchyüzde202009. ) Kanada’da ise kadınlarda 50.1 saat, erkeklerde 24.4 saat. (http://www.statcan.gc.ca/pub/89-503-x/2010001/article/11546/tbl/tbl006-eng.htm)[8] İşte bu sektörün “şampiyonları” ve yıllık ciroları: 1. Çin:73 milyar USD; 2. İspanya: 26.5 milyar USD; 3. Japonya: 24 milyar USD; 4. Almanya: milyar USD; 5. ABD: 14.6 milyar USD; 6. G. Kore: 12 milyar USD; 7. Hindistan: 8.4 milyar USD; 8. Tayland: 6.4 milyar USD; 9. Filipinler: 6 milyar USD; ve dünya 10.su, Türkiye 4 milyar USD. (Havocscope, Global Black Market Information, http://www.havocscope.com/prostitution-statistics/)[9] “Aslan payı, 5 milyon fahişe ile Çin’de… Türkiye, 118 bin fahişeyle listede 9. Sırada. (a.y. http://www.havocscope.com/number-of-prostitutes/)[10] “İsveç’te Kadına Şiddet Çarpıcı Seviyede”, 6 Aralık 2013… http://www.trthaber.com/haber/dunya/isvecte-kadin-siddet-carpici-seviyede-111348.html.[11] ‘The Forbes’ dergisinin yayınladığı, “Dünyanın En Zenginleri 2015” listesinde yer alan 1826 kişinin toplam kişisel serveti, 7.05 trilyon dolar. (http://www.cnnturk.com/fotogaleri/ekonomi/dunya/forbes-2015in-milyarderlerini-acikladi?page=5) Bu yekûn, dünyanın en yoksul 17 ülkesinin toplam gayrısafi yurt içi hasılasına denktir!
Halkın Günlüğü Gazetesi Köşe yazarlarından Aycan Solmaz’ın 126. sayıda yayınlanan yazısını site okurlarımız ile paylaşıyoruz.
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi Erdoğan/AKP iktidarına karşı “TC” ordusu içinde bir grup askerin başlatmış olduğu darbe girişimi olup kliklerin kendi iç dalaşlarının halklara yansımasıydı. “TC” tarihinde birçok darbeler yaşanmış, bu darbelerin sonucunu da en ağır biçimde emekçi halklar ödemiştir. Bugün de görünen Erdoğan ve belli uluslararası güçlerin de desteklediği cemaat çatışmasıdır. Düne kadar siyasi iktidarla yan yana yürüyen cemaat birçok işlere imzasını atmıştı. KCK’ye yapılan operasyonlar ile devrimci sosyalistlere uygulanan baskı ve operasyonlar bunların önemli örneğidir. Dün Kuzey Kürdistan’da uygulanan insanlık dışı vahşetin baş mimarları, plaketlerle, övünç madalyalarıyla halkımızın “kahraman askerleri” bugün Erdoğan/AKP iktidarına karşı yapılan darbe girişiminde bulunan askerler olarak linç edilip çıplak soyularak hain ilan edildiler. İktidarın gerici IŞİD zihniyeti tam da burada kendini göstermiştir. Demokrasi havariliği yapan, cihat çağrılarıyla sokağa dökülen IŞİD zihniyeti başta Alevi, devrimci ve yurtseverlerin yaşadığı mahallelerde yeni katliamların önünü açmaktadır. Halkların üzerinde estirilen gerici şiddet ve gerginlik azınlık etnik kimlikler üzerinden ırkçı bir kamplaşmaya götürülmektedir. İktidarın kendi içinde yaşadığı siyasal krizin bedelini ezilen haklar ödememeli. Yaşanılan darbe girişiminin Erdoğan/AKP iktidarının çemberini genişleteceği açıktır. Asker, polis, hâkim ve savcılara yapılan operasyonlarla görevden alınmaları da buna işarettir. Yeni savaş kurmaylarının hızla göreve getirilmesiyle ülkemiz üzerinde oynanacak yeni oyunların kimlere hizmet edeceği açıktır. Bu yaşananlara karşı yapılacak yöntem bellidir. Ezilen, emekçi halklar hiçbir zaman siyasi iktidarların kirli oyunlarını tercih edemezler. Hâkim sınıfların gerici klik savaşı isimler değiştirebilir, fakat bugünden yarına son olmayacaktır. Bizler cephesinden çözüm yöntemi halkların kurtuluş mücadelesidir. İktidar toplumsal muhalefete dönük savaş politikalarını ve gerici politikalarını hız kesmeden uygulamaya devam edecektir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da tüm ezilen emekçi halklara yönelik savaş konseptini tersine çevirmenin yolu bütünlüklü olarak hakların birleşik örgütlü mücadelesinden geçecektir. Bugün öfkemizi sınıf kinine dönüştürerek içinden geçtiğimiz bu süreçte tarihsel devrimci misyonumuzu bilince çıkararak halkların devrimci öfkesini devrimci savaşa dönüştürmenin zamanıdır.
Aycan Solmaz
2016’nın başından bu yana 3 binden fazla göçmenin Avrupa’ya girmek isterken Akdeniz’de boğularak yaşamını yitirdiği açıklandıHABER MERKEZİ(27.07.2016)- Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 2016’nın başından bu yana 3 binden fazla göçmenin Avrupa’ya deniz yoluyla girmek isterken yaşamını yitirdiğini duyurdu.
BM Cenevre Ofisi’nde düzenlenen basın toplantısında konuşan IOM Sözcüsü, 2016’nın başından bu yana 383’ü Ege Denizi’nde olmak üzere 3 binden fazla göçmenin Akdeniz’i geçerek Avrupa’ya deniz yoluyla girmek isterken boğulduğunu, 249 bin 854 göçmenin ise Avrupa’ya girmeyi başardığını söyledi.
IOM’nin verilerine göre, 2016 başından 24 Temmuz’a kadar geçen sürede Avrupa’da deniz yoluyla en fazla göçmenin giriş yaptığı ülke Yunanistan oldu. Yunanistan’a bu yıl 159 bin 657, İtalya’ya 88 bin 351 sığınmacı girdi.
Verilerde, Avrupa’ya girmeyi başaran göçmenlerin üçte birini Suriyeli olduğu, 78 bin 779 Suriyeli göçmenin Avrupa’ya girdiği belirtildi. Suriyelileri 40 bin 878 kişi ile Afganistan, 25 bin 607 kişi ile Irak’tan gelenler takip etti.
27 yıldır İHD’de insan hakları savunuculuğu yapan Eren Keskin, iki kez silahla vuruldu, yüzlerce tehdit aldı, cezaevine girdi ama hiç vazgeçmedi: ‘’Sana ne kızım sen kadınsın git evinde otur’ diyen de çok oldu. Duymadığımız küfür ve taciz kalmadı. Ama biz vazgeçmemeyi öğrendik’
HABER MERKEZİ(26.07.2016)- 17 Temmuz 1986 tarihinde kurulan İnsan Hakları Derneği (İHD), işkence, gözaltında kayıplar, Kürdistan’da yaşanan savaş suçları ve ifade özgürlüğü gibi birçok alanda mücadele etti. 30 yıl önce, 12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı kurulan bu kurumda Eren Keskin hem bir kadın olarak tüm toplumsal kalıpları yıkması, hem de uzun yıllar verdiği emek ile sembol isimlerden oldu. Keskin, söz söylemenin bile imkansızlaştığı zamanlarda ısrarla ve inatla “kadın başına” insan haklarından bahsetti. Yaptığı çalışmalar nedeniyle hakkında yüzlerce dava açıldı, tehditlere, tacizlere maruz kaldı. Gazetelerin, hakkında linç kampanyaları örgütlediği zamanlarda en çok da kadın kimliğine saldırıldı. Hatta Fatih Altaylı, gazetedeki köşesinden taciz çağrısı yapmaya bile cesaret edebildi. Ancak Eren Keskin, yine de vazgeçmedi. Keskin ile İHD’nin 30’uncu yılını ve verdiği mücadeleyi konuştuk…
*Ne kadar zamandır İHD’desiniz?
Yaklaşık 27 yıldır.
*27 yıllık mücadele deneyimlerinizden de yola çıkarak şunu sormak istiyorum; İHD olmasaydı ne olurdu?
İHD, aslında 1980 askeri darbesinin karşısında kurulan ilk sivil toplum kuruluşu. Yani darbeden sonra ilk İHD’nin kuruluşuna cesaret edebilmiş insanlar ve kurulduktan sonra militarizme karşı durmayı temel almış bir dernek. İHD, aynı zamanda Kürt sorununun kamoyunda tartışılması için de çok çalışma yaptı ve bu yüzden çok suçlandı. Mesela 1990’larda eğer İHD olmasaydı; biz Kürdistan’da işlenen hiçbir suçu bugün bilmiyor olacaktık. Yani bugün akademisyenler bile o dönemi çalışırken İHD raporlarının üzerinden çalışıyorlar. Biz o zamanlar çok yalnızdık, ben 89’da girdim İHD’ye ve 90’la birlikte önce dernekte bir ayrışma yaşadık. O da Vedat Aydın’ın Kürtçe konuşması. İlk defa darbeden sonra, İHD kongresinde ilk kez birisi Kürtçe konuştu. Bu tabi o dönem Kürtçe yasak dil olarak kabul ediliyordu. Yani öyle bir mücadeleydi ki bu, sonunda Vedat abinin ölümüne neden oldu. Vedat Aydın’ın öldürülmesiyle birlikte, aslında İHD’de birbirimizle kaynaşarak mücadele etmenin gerekliliğini de yaşadık.
*Yani iki tarafı bir yerde de buluşturdu…
Şöyle Vedat Aydın’ın Kürtçe konuştuğu günü, çok iyi hatırlıyorum, 90 kongresiydi, Ankara’da, Vedat Abi Kürtçe konuşmaya başladığı anda salonu çevik kuvvetler sardı ve salon ikiye ayrıldı. İnsan hakları savunucuları orada ikiye ayrıldılar, bir kısmı Vedat abiye bağırıyordu: ‘Ya derneği bitirdiniz, niye Kürtçe konuşuyorsunuz, derneği kapatacaklar’ filan diye. Bizler de Vedat abiyi alkışlıyorduk, yani resmen ikiye ayrıldık. Sonra o ayrışma yaşadığımız arkadaşlarımız da bizim yanımızda oldular ama orada cesur tavrın nasıl olduğunu da bir bakıma gösterdik. Çünkü ben İHD’de şunu öğrendim. Birincisi ‘taraf ama objektif’ olmayı, yani ezilenden yana, ezilen ulus, ezilen cins, ezilen sınıf, ezilen kimlikler, bunlardan yana olmak ama onlar da bir suç içlerlerse onlara da tavır alabilmek. Bunu biz ‘taraf ama objektif olmak’ olarak tanımlıyoruz. İkinci öğrendiğim şey de şu oldu; sizi koruyan tek şey cesarettir. İHD bu anlamda bir okul oldu.
Vazgeçmemeyi öğrendik
Biz 90’larda, yapayalnızdık. Çevremizde ne akademisyenlar vardı, ne sanatçılar vardı ne de yazarlar. Birkaç onurlu aydın vardı yanımızda, gazeteci, yazar ama çok azdı. Ve biz Kürdistan’da her hak ihlali olduğunda hemen oraya rapor hazırlamak üzere giderdik. Tabii ki çok zor koşullarda çalıştık, çok tehditler yaşadık, silahlı saldırılara maruz kaldık ama vazgeçmemeyi de öğrendik. İHD olmasaydı sorusuna cevap verirsek, bence bu coğrafyada az da olsa bir demokratik çıkış yapabilecek iç kamuoyu varsa bunun ilk tohumlarını atanlardan biri İHD’dir. Darbe sonrası cesaret aşılamıştır, bu anlamda ben İHD’nin çok önemli bir kurum olduğunu düşünüyorum.
*Bugün bile kadınların toplumsal alandan uzaklaştırılmaya çalışıldığını düşününce, siz o dönemlerde ne gibi sıkıntılar yaşadınız?
Yani tabii ki çok fazla sıkıntı yaşadık, yaşadım. Çünkü kadınlar her alanda olduğu gibi, insan hakları alanında da iki kere eziliyorlar. Bir kere her şeyden önce tacize uğruyorsunuz. Yemediğimiz, duymadığımız küfür ve sözlü taciz lafları kalmadı. Ben 1996 ve 2001 olmak üzere iki kez silahlı saldırı yaşadım, biri Diyarbakır’da diğeri İstanbul’da. 1995’te cezaevinde kaldım. Kürdistan kelimesini bir yazımda kullandığım için. Bir yıl meslekten yasaklandım, 2002’de. Yine Kürdistan kavramını kullandığım için. Biz Öcalan’nın Türkiye’ye getirildiğinde ilk avukatlarıyız. Çok saldırılara maruz kaldık o dönem. Ben 6 ay evime gidemedim çünkü kocaman pankart asmışlardı apantmanıma; ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diye. Sokaklarda saldırılara uğruyordum, yani korkunç günlerdi o günler. Daha sonra Taha Akyol, Milliyet Gazetesi’ne bir yazı yazdı; bunlar avukat ne yapıyorsunuz diye, birazcık ortalık durdu. Ve ben o dönem yaşamadığım kadar taciz yaşadım, basın yoluyla. ‘Sana ne kızım sen kadınsın git evinde otur’ diyen de çok oldu. O kadar çok küfürler yazıldı ki. Erkek arkadaşlarımız da çok taciz yaşadı ama erkekler cinsel taciz yaşamıyorlardı, ben bunu çok yaşadım.
*Bu 27 yıl içinde kadınlarla ilgili bir anınız var mı sizi etkileyen?
Çok var aslında. Mesela Vedat abi öldürüldükten sonra karısı Şükran’ın ifadesi alınacaktı ve biz Şükran’ın yanındaydık ifadesi alındığı sırada. O zaman Susurluk’ta öldürülen polis şefi beni tehdit etti, benim sorguya giremeyeceğimi söyledi. Ve ben ‘Hayır, sorguya gireceğim’ dedim. Çünkü orada Şükran’ı yönlendirmeye çalışıyorlardı, yani suçu PKK’nin üzerine atmaya çalışıyorlardı. Ben de çıkmayacağımı, müvekkilimi yalnız bırakmayacağımı söylüyordum sürekli ve o da beni tehdite devam ediyordu. O sırada Şükran, elini masaya vurarak; ‘Avukatımı dışarı çıkarırsanız, ben de ifade vermem’ dedi. Ve o ortamda. Çünkü görüntü çok korkunçtu, her yerimizde özel tim, herkes silahlı, silahlar bize doğrultulmuş, hiçbir can güvenliğimiz yok. Orada hem bir kadın dayanışması hem de kadının gücü vardı. Bunun gibi çok fazla olay var.
*Yoğun olarak kadın davalarına da baktınız, özellikle Kürdistan’da cinsel işkence davalarına…
Şimdi cinsel işkence davalarına baktığımız ayrı bir kadın grubu, hukuk büromuz var. Yani İHD olarak değil. Karma kurumlarda kadın mücadelesi tabi ki verilebilir ama etkili bir kadın mücadelesi için mutlaka özgün olması gerektiğini düşünüyorum. O nedenle biz özgün olarak ‘Gözaltında Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’ oluşturduk. O ayrı ve özgün bir çalışma.
*İHD içindeki kadınların oluşturduğu bir grup mu bu?
İHD içinde de kadın komisyonu var. İHD kadın komisyonu da her zaman her türlü şiddet, kadına karşı şiddet, siyasete katılımlarındaki engeller vb. konularda çalışmalar yapıyor.
*İHD kadın komisyonu ne kadardır var?
İHD kadın komisyonu yaklaşık 20 yıldır var. İHD, karma gruplara göre biraz daha kadınların özgür olduğu bir kurum aslında. Kendi kurduğumuz örgütler de biraz erkek egemendir. Ancak İHD’nin şöyle bir farkı var. Mesela bizim birçok şubemizde kadınlar çoğunluktadır, yönetimlerde. Belki de erkeğin olduğu her yerde daha şiddetli bir mücadele var. Ama İHD daha demokratik, daha yumuşak, daha herkesi kapsayacak bir mücadele biçimi. Mesela siz politik olarak faşizme karşısınızdır, faşizme karşı mücadele edersiniz ama İHD’de ben işkence gördüm diye gelen bir faşistle de diğer bir başkasıyla ilgilendiğiniz gibi ilgilenmek zorundasınız.
*Evet darbe girişiminin ardından da şu çağrınız vardı; işkence gören askerler de gelip bize başvurabilirler.
Tabi bu İHD’nin genel kuralı, yani işkenceciye bile işkence yapılamaz diyoruz. Başka politik bir örgüt böyle bir şey söylemez genelde. İHD darbeye karşı kurulmuş bir dernek, askeri darbenin sonuna kadar karşısında ama darbecilere dahi işkence yapılmasına karşıyız. Yani farkımız burada, başkalarını kızdıran da bu.
*Darbe girişiminin ardından çok konuşulan bir konu da sokağa inen erkeklik, tacize ve saldırıya uğrayan kadınlar…
Zaten şöyle söyleyeyim, militarizm erkek egemenliğin son aşamasıdır. Bugün darbe yapanlar da militaristtir, darbeye karşı sokağa çıktığını iddia edenler de. Yani militarizmin araçlarını kullanıyorlar ve erk harekete geçmiş durumda. Ve bunun en büyük mağduru yine kadınlar. Sokakta insanları linç eden, öldüren erkekler acaba eve döndükten sonra hınçlarını eşlerinden çıkarmıyorlar mı? Kaç kadın dövüldü bu süreçte? Yani bunu biliyor muyuz? Hayır, bilmiyoruz. Ki bireysel silahlanmadan söz ediyor hükümet yetkilisi. Bireysel silahlanmanın da en büyük mağduru yine kadınlar olacak. Çünkü her kadın cinayeti o verilen silahlarla işlenecek. Ayrıca bize de bu tür çok fazla bilgi geliyor, özellikle akşam 7’den sonra kadınlar kalabalıkların toplandığı o yerlerde, Taksim’de, çok zor yürüdüklerini söylüyorlar. Tacizkar lafların atıldığı, küfürler edildiği, kıyafetlerine yönelik eleştirilerde bulunulduğuna yönelik iddialar geliyor. Bunların hepsi son derece tehlikeli ve tamamen erkek olmakla ilgili bir şey.
Kaynak: Özgür Gündem
Şengal Êzidî Kadın Meclisi tarafından yapılan ‘3 Ağustos Kadın Kırımı ve Soykırıma Karşı Uluslararası Eylem Günü’ olması yönündeki çağrıyla tüm dünya ülkelerinde kadınlar, 3 Ağustos saat 11.00’da bir dakikalık ‘sessiz eylem duruşu’ gerçekleştirecek
HABER MERKEZİ(26.07.2016)- Şengal Katliamı’nın yıldönümü olan 3 Ağustos’a sayılı günler kalırken, katliamın ardından Şengal dağlarında yeni bir yaşam inşa eden Êzidî kadınlar, meclislerini oluşturarak, tüm dünya kadınlarına 3 Ağustos’un “Kadın Kırımı ve Soykırıma Karşı Uluslararası Eylem Günü” olması yönünde çağrıda bulunmuştu. DAİŞ’in elindeki Êzidî kadınların kurtarılmasına dönük oluşturulan Zorla Alıkonulan Kadınlar İçin Mücadele Platformu da çağrıya ortak oldu. Yapılan çağrı üzerine harekete geçen kadınlar, 3 Ağustos’ta dünyanın birçok ülkesinde ‘Bir dakikalık sessiz eylem duruşu’ yapacak.
Parkta, sokakta, her yerde…
KJA Koordinasyonu’ndan Ayşe Gökkan, Şengalli kadınların 3 Ağustos’a ilişkin yaptığı çağrıya tüm dünya kadınlarının destek vermesi gerektiğine vurgu yaptı. Gökkan şu sözleri ifade etti: “Rojava, Güney, Kuzey Kürdistanlı ve Kıbrıslı kadınlar bu çağrıya yanıt vererek, dünyaya yayma çabası içine girdiler. Kadınlar 3 Ağustos’ta saat 11.00’da bir dakikalık ‘sessiz’ duruşta bulunmalıdır. Kapısının önünde olsun, mahallesinin içinde, parkta, işyerinin önünde olsun kadınlar birbirini örgütleyerek bu eyleme destek vermelidir. Özelikle Batman, Amed, Riha, Mêrdîn, Dîlok ve Semsûr’da olması lazım. Dîlok ve Semsûr’u niye önemsiyoruz? Çünkü DAİŞ’in asıl konumlandığı şehirler buralardır ve biliyoruz ki AKP hükümeti destek veriyor. Türkiyeli kadınlar da bu eylemi güçlü bir şekilde sahiplenmelidir. Şengalli kadınlar bu eylemi sadece kendileri için değil tüm dünya kadınları için yapıyor.”
Kaynak: Özgür Gündem
Van Başkale’de bir kadın, eşi tarafından 18 kurşunla katledildi. İsmini vermek istemeyen köyden bir yurttaş: “Berivan cezaevinden çıkan abisini ziyaret için gittiği köyde dört gün kaldığı için dönüşte evinde eşi tarafından katledildi”
HABER MERKEZİ(26.07.2016)- Van’ın Başkale ilçesinin Erkonağı Köyü’nde 22 Temmuz Cuma akşamı Berivan B. adında 4 çocuk annesi kadın eşi R.B tarafından 18 kurşunla katledildi. Köyden ismini vermek istemeyen cinayetin görgü tanığı BirGün’e şöyle konuştu: “Bunlar 15-16 yıllık evli çift. Berivan cezaevinden çıkan abisi H. Y’yi görmek için köyüne baba evine gitti fakat kocası R.B’den 3 günlük izin almış ve 4 gün kaldığı için eve döndüğünde çıkan tartışma sonucu R.B, eşi Berivan’ı B’yi 18 kurşunla katletmiş. R.B evdeki hizmetkarlara cesedi dereye atın demiş. Ancak cenaze hastaneye gönderildi”
İsmini vermek istemeyen yurttaş, Berivan’ın cenazesinin şu an otopsi için Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde bekletildiğini ve ardından İl köyünde defnedileceğini belirtti.
Görgü tanığı yurttaşın iddiasına göre, Berivan’ın kayınpederi H.B’nin amcası M.B bir dönem Refah Partisi ve bir dönem de ANAP’tan milletvekilliği yapmış. Ayrıca bir başka iddia da, H.B iki sene önce Berivan B’nin ailesinden genç bir kadını kaçırmış ve o kadından hala haber alınamadığı yönünde.
Kaynak: Birgün
Arjantin’de bir parkta genç bir annenin bebeğini emzirirken polis tarafından park dışına çıkarılmasını kadınlar toplu emzirme eylemiyle protesto etti.Arjantin’de geçen hafta bir parkta genç bir annenin bebeğini emzirirken polis tarafından uyarılarak park dışına çıkarılmasını binlerce kadın toplu emzirme eylemi yaparak protesto etti
HABER MERKEZİ(26.07.2016)- Buenos Aires yakınlarında San İsidro kentinde meydana gelen olay sonrası sosyal medyada örgütlenen binlerce kadın Arjantin’in bütün büyük şehirlerindeki meydanlarında bir araya gelerek bebeklerini emzirdi.
Geçen yıl meclis oturumunda bebeğini emzirdiği için tartışma konusu olan milletvekili Victoria Donda da “tetazo-büyük emzirme” adı verilen eyleme iki yaşındaki kızıyla birlikte destek verdi.
2 gazeteci de, sokakta emziren kadına uygulanan polis şiddetini protesto etmek için, haber sunarken bebeklerini emzirdi.
“Bulunduğumuz hapishanede ‘gizli’ genelgenin içeriğine göre şekillenen bir yönelim mevcut. Son dönemde iki gün üst üste arama adı altında hücrelere girip yağmalıyorlar adeta, çek pas saplarının boylarının kısaltılmasından tutalım da peynir kutularımızdan, ekmek sepetlerimize ‘fazla’ denerek el koyuluyor ki bunların hepsi kantin yoluyla temin edilen ihtiyaçlar. Ve bunların ‘fazla’ olmasına biz değil artık hapishane idareleri karar verir oldu. Geçenlerde yemeklerden üç arkadaşımız zehirlendi, bir adli tutsak aynı gece kalp krizi geçirip yaşamını yitirdi. “
AYSEL KOÇ
KADIN KAPALI HAPİSHANESİ C-1
SİNCAN- ANKARA
***
Merhaba Adil,
İyi olmanızı diliyor, selam ve sevgilerimizi gönderiyoruz. Bizlerde iyi sayılırız çünkü şu süreçte iyi olmak için epey efor sarf etmek gerekiyor. Neyse ben şimdi başladım mı susmam şimdi, ilk mektupta sıkıcı konulara girmeyeyim. Öncelikle beni-bizi tanıtmam yerinde olacak sanırım.
İletişim adresinizi Erdal yoldaştan (Süsem) aldık. Sincan kadın kapalı hapishanesinde dört yoldaşız. İlk elden iletişimi kurmak için birimiz yazalım dedik. Hapishanelere dönük yapmış olduğunuz çalışmaları vs. takip ediyoruz. Bu ve benzeri konular bizden de azade değil bu nedenle direk iletişimde olmayı istedik. Umarız sizin tarafınızdan da kabul görür.
Bizler (Sevinç Sönmez, Bahar Demir, Alev Yarar) uzun bir süredir farklı hapishanelerdeydik. Mayıs ayı itibariyle mahkememiz nedeniyle bir araya geldik. 2012 Kasım ayından beri davamız sürüyor, Yargıtay’a gitti dosyamız usûl yönünden bozup tekrar ‘yargılamaya’ başladılar. Dosyamız bir hayli teferruatlı. Ağırlaştırılmış M.(müebbet) ile ‘yargılanıyoruz.’ Haziranın 28’in de Yargıtay sonrası ilk duruşmamız görülecek.
Biraz da buralardan bahsedeyim diyeceğim ancak çok da yabacısı değilsiniz buralara. Son dönemde birçok hapishanede olduğu gibi burada da kimi uygulamalar devreye girdi. Herkesin bildiği, söylediği gibi dışarıdaki baskı katliam furyasının firar gerekçe gösterilerek hapishanelerdeki uygulama metodu bunlar. Kuşkusuz her baskının karşısında olan bir direnç var! Bulunduğumuz hapishanede ‘gizli’ genelgenin içeriğine göre şekillenen bir yönelim mevcut. Son dönemde iki gün üst üste arama adı altında hücrelere girip yağmalıyorlar adeta, çek pas saplarının boylarının kısaltılmasından tutalım da peynir kutularımızdan, ekmek sepetlerimize ‘fazla’ denerek el konuluyor ki bunların hepsi kantin yoluyla temin edilen ihtiyaçlar. Ve bunların ‘fazla’ olmasına biz değil artık hapishane idareleri karar verir oldu. Geçenlerde yemeklerden üç arkadaşımız zehirlendi, bir adli tutsak aynı gece kalp krizi geçirip yaşamını yitirdi. Ancak olan bitenden dışarıyı yani duvarın öte tarafını haberdar etmek oldukça güçleşti. Son dönemde yeni tutuklanıp gelen arkadaşlarımıza çıplak arama dayatılmakta, çıplak arama yaptırmayan eski tutsaklara ise ‘çıplak arama yapılmadığına dair’ evrak imzalatılmaya çalışılmakta. Hatta ülkenin har tarafını HES’lerle çeviren bu zihniyet, havalandırmanın yıkanmasını yasaklayarak, yıkandığı taktir de ‘cezaların’ devreye gireceğini anons etmekte. Zaten son genelgeyle birlikte leğen gibi temizlik amaçlı kullandığımız gereçler toplanarak temizlik sınırları aşağı çekildi! Bir de üstüne su tehditleri geldi ki değmeyin keyfimize.
Elbette sorunlar sadece bunlarla bitmiyor. Şu anda bu hapishanede 80 siyasi kadın tutsak bulunmakta ve bunların bir çoğu son dönem tutsak düşen belediye görevlileridir. Şu anda arkadaşlar üç kişilik hücrelerde 6 kişi kalıyor. Ve biz 4 kişi, 7 kişilik olan Ağırlaştırılmış hücre bölümünde 4 kişi kalıyoruz. Geçtiğimiz günlerde de 3 arkadaşı yanımızdan aldılar. Bu şu demek aslında kimi arkadaşlarımız 6 kişi kalarak 3 kişilik hücrede biz yanımızda yer olmasına rağmen 4 kişi kalıyorsak bunun adı yalnızlaştırmaktır. Çeşitli atölyeleri farklı siyasetlerden arkadaşlarla kullanabileceğimizi söylememize, ısrarcı olmamıza rağmen biz ayrı olarak çıkartılıyoruz. Bu durumda yalnızlaştırma politikasının sistemli ve görünür durumda olduğunun kanıtıdır. Bulunduğumuz bu hücrelerde mutfak vs. yok. Doğal olarak sınırlı olan mutfak malzemelerimizi banyo ve tuvaletin bir olduğu ufacık, sağlıksız bir ortamda yıkıyoruz. Ve biz hala tutukluyuz buna rağmen ağırlaştırılmış hücrelerde kalıyoruz. Ağırlaştırılmış tutsaklardan bir farkla kapılarımız açık!
İlk mektupta sizi sıkmayayım dedim ancak şu ufacık alanda insanın her gün karşılaştığı şeyler olunca yazmamak mektuplara işlememek işten bile değil. Biraz başınızı ağrıttım kusura bakmayın lütfen.
Sizler neler yapıyorsunuz? Hapishanelere dönük resim yorumlanması projeniz bitti son halini gördüm. Kimileri için ufak şeyler gibi görünse de aslında çok anlamlı. Herkes bu kadar duyarlı olsa! Gerçi bu biraz yaşanmışlık ve bu yaşanmışlıklara bağlı olarak yaşama bakış açısıyla alakalı olsa gerek saat gece yarını geçti. Oldukça da başınızı ağrıttım kusura bakmayın. Ben yavaştan sonlandırayım mektubumu. Yoldaşların Sevinç, Bahar ve Alev’in selamları var. Kendinize iyi bakın.
Çalışmalarınızda kolaylıklar diliyoruz
Sevgiler Saygılar
13 Haziran 2016
Bu mektup 19 Temmuz 2016 tarihinde Görülmüştür adlı sitede yayımlanmıştır.
ABD’nin Teksas eyaletinde cinsel saldırıya uğrayan 20 yaşlarında bir kadın savcıların talebi üzerine tutuklandı. Genç kadının avukatları durumu “insanlık dışı” olarak tanımlarken, Harris County Bölge Savcılık Ofisi’nden Devon Anderson, “Kararın mağdurun kendi iyiliği için alındığını” savundu
HABER MERKEZİ (24.07.2016)- Teksas eyaletinde cinsel saldırıya uğrayan Jenny isimli genç bir kadın hakkında savcılık bir aylık tutuklama kararı verdi. Kadının avukatı durumu ‘insanlık dışı’ olarak tanımladı.
ABD’nin Teksas eyaletinde cinsel saldırıya uğrayan 20 yaşlarında bir kadın savcıların talebi üzerine tutuklandı. Genç kadının avukatları durumu “insanlık dışı” olarak tanımlarken, Harris County Bölge Savcılık Ofisi’nden Devon Anderson, “Kararın mağdurun kendi iyiliği için alındığını” savundu. İsmi Jenny olarak açıklanan genç kadının “Bipolar hastası olduğu ve kendisine tecavüz eden Keith Hendricks hakkındaki ifadesini tamamlayamadığı için hapishaneye kapatıldığı” belirtildi.
Mahkeme raporunda, “Jenny, tutarsız davrandı ve kaçmaya çalıştı” denildi. İlk olarak bir tıp merkezine yatırılan Jenny, ardından savcı Nicholas Socias’ın talebiyle bölge hapishanesine gönderildi. Jenny, hapishanede geçirdiği bir ayın ardından mahkemedeki ifadesini takiben serbest bırakıldı.
Kaynak: jinha.com
Minbic’te IŞİD’e karşı savaşırken ölümsüzleşen BÖG savaşçısı Eylem Ataş’ın (Cemre Heval) ailesi ve arkadaşları, Eylem’in cenazesini alabilmek için imza kampanyası başlattı
HABER MERKEZİ (21.07.2016) – Minbic’te IŞİD’e karşı savaşırken ölümsüzleşen BÖG savaşçısı Eylem Ataş’ın (Cemre Heval) ailesi ve arkadaşları, Eylem’in cenazesini alabilmek için imza kampanyası başlattı.
Birleşik Özgürlük Güçleri (BÖG) savaşçısı Ataş, 27 Haziran’da yaşamını yitirmişti. Cenaze’nin alınması talebiyle verilen ilk dilekçeye Suruç Kaymakamlığı ve Valiliği’nden ‘Kayboldu’ yanıtı verildi. Ardından aynı taleple ikinci dilekçe verildi ve henüz herhangi bir yanıt alınamadı. Bunun üzerine Eylem’in ailesi ve arkadaşları, bu bekleyişin son bulması ve Eylem Ataş’ın doğup büyüdüğü topraklara defnedilmesi için change.org aracılığıyla imza kampanyası başlattı.
“Kızımızın Cenazesini, Eylem Ataş’ı İstiyoruz!” başlığıyla başlatılan kampanyaya ulaşmak için buraya tıklayınız.
15 Temmuz’da gerçekleştirilen darbe girişimi ile bir kez daha halklar; ırkçı, faşist, tekçi egemen güçler arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır. On yılı aşkın bir süredir Türkiye/Kuzey Kürdistan halklarına her türlü zulüm ve sömürüyü reva gören saray diktası bugün bir kez daha demokrasi naraları eşliğinde iktidarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Askeri cunta ile Saray diktası arasında tercih yapmaya zorlanan ezilen halklar kurumsallaştırılmaya çalışılan faşist anlayışın öznesi ve tarafı olamaya zorlanmaktadır.
Yıllardır meydanları, sokakları, caddeleri halklara yasaklayan, sokağa çıkanı terörist ilan eden saray diktası bugün sokakları kurtuluş olarak görmekte ve çağrılar yapmaktadır. Kadınların yıllardır vermiş oldukları mücadele ile kazandığı tüm hakları gasp eden, devrimci militan kadınları katledip bedenlerini sokak ortasında el birliği ile teşhir eden silahlı güçler ve saray diktası bugün birbirine saldırarak iktidar savaşı vermektedir.
Gerici iki klik arasında gerçekleşen bu iktidar savaşına karşı alternatif tek yol sosyalizm mücadelesini yükseltmektir. Bu alternatifi örecek tarihi mirasa ve insani birikime sahibiz. Merallerden, Aycanlardan ve Bernalardan aldığımız güçle tüm kadınları Demokratik Kadın Hareketi saflarında örgütlenmeye çağıyoruz.
Gün gerici faşist kliklere karşı öncüleşme, örgütlenme ve özgürleşme günüdür!
Gün Saray diktasına ve askeri faşizme karşı örgütlenme günüdür!
Demokratik Kadın Hareketi
19 Temmuz 2016
Yaklaşık 20 yıl önce Peru’da Alberto Fujimori diktatörlüğüne karşı Aydınlık Yol’u ilan eden direnişçiler ile askerler arasında 1984-1995 yıllar arasında çatışmalar yaşandı. Yaşanan çatışmalar nedeniyle binlerce insan katledilirken, binlerce kadın da askerler tarafından cinsel saldırıya uğradı
HABER MERKEZİ(17.07.2016)- Peru’da 30 yıl önce başlayan iç savaş nedeniyle binlerce insan katledilirken, binlerce kadın da cinsel saldırıya maruz kaldı. İnsan hakları savunucuları tarafından yapılan araştırma sonucunda ortaya çıkan cinsel saldırı suçundan 15 eski askeri personel hakkında dava açıldı.
Yaklaşık 20 yıl önce Peru’da Alberto Fujimori diktatörlüğüne karşı Aydınlık Yol’u ilan eden direnişçiler ile askerler arasında 1984-1995 yıllar arasında çatışmalar yaşandı. Yaşanan çatışmalar nedeniyle binlerce insan katledilirken, binlerce kadın da askerler tarafından cinsel saldırıya uğradı. Telesurtv.net’in haberine göre, insan hakları savunucuları Peru’da 32 yıl önce yaşanan iç savaşta sadece Manta ve Vilca kasabalarında 5 binden fazla kadının cinsel saldırıya uğradığını ortaya çıkartı. Yıllar önce yaşanan cinsel saldırının ortaya çıkmasıyla birlikte 15 eski askeri personel hakkında cinsel saldırıdan dava açılarak, haklarında 8 ila 20 yıl arasında değişen hapis cezası istendi. Cinsel saldırıya uğrayan kadınlar ise korktukları için şimdiye kadar sustuklarını belirtti.
‘Yargılama hızla ve şeffaf yapılmalı’
Peru’nun Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’na göre, hükümet ve Aydınlık Yol ile diğer Maoist isyancı grubun arasında yıllarca süren silahlı mücadele sonucunda 4 bin üzerinde toplu mezar bulundu. Bununla birlikte kadınlara karşı, özellikle yerli kadınlara karşı cinsel saldırı gerçekleştirildi. 1995 ve 2000 yılları arasında çoğu yerli kadınların oluşturduğu yaklaşık 270 bin kadın ise zorla kısırlaştırıldı. Peru insan hakları savunucuları hızlı ve şeffaf bir yargılamanın yapılması içinde çağrıda bulundu.
JINHA
Fransa’da yaşanan son saldırıyla beraber Avrupa’da son dönemlerde gittikçe artış gösteren göçmenlere dönük ırkçı politikalar ve saldırılara karşı da en etkili mücadele yöntemleriyle müdahale edilmelidir. Bütün dünya halklarının barış ve kardeşlik içerisinde bir arada yaşamalarının önündeki tek engel mevcut sömürü sistemi ve uzantılarıdır. Bundandır ki ADHK olarak bir kez daha haykırıyoruz; Bütün dünya halkları birleşelim ve savaşarak kendi geleceğimizi kuralım.
ADHK (16.07.2016)- Fransa’nın Nice kentinde 14 Temmuz Fransa Ulusal Günü (Bastille Günü) kutlamaları sırasında kamyon aracıyla yapılan saldırı neticesinde şimdiye dek 84 kişi yaşamını yitirdi, çoğu kritik durumda olan 200’e yakın kişi ise yaralandı. Nice kentinde akşam saatlerinde binlerce kişinin bulunduğu bir meydana kamyon ile giren Muhammed Lahouaiej Buhlel isimli saldırgan, silahla da etrafa ateş açarak 84 kişinin ölümüne sebep oldu. Polis tarafından vurularak öldürülen Buhlel’in Tunus doğumlu Fransız vatandaşı olduğu ifade ediliyor.Son olarak yapılan bu saldırıyı IŞİD’in üstlendiğine dair bilgiye sahibiz. Sadece son iki yılda Fransa’da gerçekleştirilen en büyük üç saldırıdan biri olarak tarihe geçen Nice katliamı sonrası, emperyalist güçler ve gerici uşakları tarafından peşi sıra duymaya alışık olduğumuz açıklamalar gelmeye başladı. Emperyalist-kapitalist sistemin dünya üzerinde sürdürdüğü gerici paylaşım savaşımının en büyük bedelini her zaman olduğu gibi yine dünya halkları yaşıyor. Bu gerici dünya sistemi ve yarattığı savaşlar, açlık, sömürü, baskı ve zulümden kaynaklı her yıl on binlerce insan yaşamını yitirirken, milyonlarcası yerlerinden yurtlarından olmakta, en zor koşullarda yaşamlarını açlık ve yoksulluk içerisinde idame ettirmeye çalışmaktadırlar. Emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının en yoğun yaşandığı alanların başında gelen Ortadoğu ve Afrika bölgeleri ise özellikle son yüz yıldır, ölümsüz, acısız, baskısız tek bir gün bile geçirememektedir. Emperyalizmin dünya halklarına ve dünyadaki bütün komünist-devrimci-ilerici-yurtsever güçlere karşı yürüttüğü bu gerici savaş, günümüzde ise Suriye örneğinde olduğu gibi vekalet savaşları şeklinde devam etmektedir. Dün Sovyetlere karşı El Kaide realitesini yaratanlar bugünde, yeni politik çıkarları ekseninde IŞİD vb. gerici-çete örgütlenmelerini yaratmış durumdalar. Yaratılan bu gerici-çete örgütlenmelerinin sadece misyon yüklendikleri Ortadoğu ya da Afrika’da değil, Avrupa ülkelerinde de kanlı saldırılar gerçekleştirmeleri, emperyalist güçlerin sinsi oyunlarından bağımsız ele alınamaz. Bugün Afganistan, Irak, Libya ve Suriye başta olmak üzere, yüzlerce gerici-.çete örgütlenmesi bizzat emperyalist güçler tarafından her türlü maddi-askeri imkan seferber edilerek, bura halklarına karşı kanlı saldırılar gerçekleştirip, on binlerce insanın ölümüne sebep olmaktadır. Bölge halkları bir yandan faşist-gerici iktidarlar, diğer taraftan ise emperyalist güçler ve bunların piyonları olan bu gerici-çete örgütlenmeleri arasında yaşanan çelişki ve çatışmaların adeta kurbanı durumuna getirtilmişlerdir. Söz konusu bu gerici dalaş ve çatışmaların dünya halkları lehine herhangi bir getirisi yoktur, olamaz da. Dünya halkları bu iki gerici kamp arasında bir tercihe zorlanmaktadır. Lakin çaresiz değiliz. Gerici dünya güçleri arasında tercih yapmak, varolan sömürü ve zulüm düzeninin devamına onay vermek anlamına geliyor. Alternatifsiz değiliz. Bütün dünya halkları komünist-devrimci güçler etrafında bir araya gelerek, mevcut gerici egemenlik sistemine karşı mücadele ederek, kendi geleceğini kurmalıdır.
Fransa’da yaşanan son saldırı ve öncekilerle beraber, özellikle Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirilen katliamlarda Erdoğan-AKP iktidarının rolü asla gözardı edilmemelidir. Erdoğan-AKP iktidarının gerek IŞİD gerekse diğer gerici-çete örgütlenmeleriyle olan organik bağı, bu örgütleri kendi çıkarları ekseninde ne şekilde kullandığı çeşitli zamanlarda ifşa olmuştur.
Fransa’da yaşanan son saldırıyla beraber Avrupa’da son dönemlerde gittikçe artış gösteren göçmenlere dönük ırkçı politikalar ve saldırılara karşı da en etkili mücadele yöntemleriyle müdahale edilmelidir. Bütün dünya halklarının barış ve kardeşlik içerisinde bir arada yaşamalarının önündeki tek engel mevcut sömürü sistemi ve uzantılarıdır. Bundandır ki ADHK olarak bir kez daha haykırıyoruz; Bütün dünya halkları birleşelim ve savaşarak kendi geleceğimizi kuralım.
Kahrolsun Emperyalist-Kapitalist Sistem!
Her Türden Gericiliğe Karşı Devrimci Mücadeleyi Her Alanda Yükseltelim!
AVRUPA DEMOKRATİK HAKLAR KONFEDERASYONU
16 Temmuz 2016
Tüm gerici klikleriyle halklara karşı konumlanan mevcut gerici siyasal iktidara karşı devrimci çizgiyi ve halkların çıkarını merkeze koyan bir anlayışla mücadele etmek devrimcilerin temel görevlerinden biridir. Burjuva klikler arasındaki çatışmalarda hakların hiçbir çıkarı olamaz. Bu bağlamda AKP’siyle, CHP’siyle, MHP’siyle, ordusuyla, dincisiyle, Kemalist’iyle ve bir bütün tüm gerici türevleriyle hiçbir gerici burjuva odak bizlerin tercihi olamaz. Halklarımızın en devrimci ve doğru tutumu tüm türevleriyle mevcut gerici siyasal iktidara karşı mücadele etmek ve savaşmaktır.
Bu perspektifle tüm halkımızı Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) çatısı altında örgütlenmeye ve burjuva gerici siyasal iktidara karşı insanlığın özgürlük ve kurtuluş projesi olan sosyalizm bayrağını yükseltmeye çağırıyoruz
HABER MERKEZİ (16.07.2016)- Son yaşanan gelişmelere dair Demokratik Haklar Federasyonu(DHF)’un kamuoyuna dönük yaptığı açıklamayı olduğu gibi yayınlıyoruz.
Varlığını tamamen halklara karşı gerici bir zeminde inşa eden ‘’TC’’ devleti, tüm tarihsel süreci boyunca halklara karşı kendisini bir sömürü ve zorbalık diktatörlüğü olarak konumlandırmıştır. Varoluş nedenini tamamen halklara karşı zor üzerinden biçimlendiren ‘’TC’’ devleti, kendi gerici iktidarını hâkim kılmak adına her türlü kirli siyaseti ve burjuva oyunu devreye koymaktan kaçınmamıştır. Ki onun faşist ve gerici karakterinden bunun ötesinde bir yaklaşım beklemek de safdillikten başka bir anlama gelmez. Varlığını zorbalık üzerinden inşa eden ve hiçbir şekilde demokratik meşru bir nitelik taşımayan burjuva faşist bir iktidardan onun doğasına aykırı bir biçimde ‘’demokratik’’ vb nüveler beklemek, ancak burjuva liberallerin ve tescillenmiş reformistlerin aymazlığı olabilir. Fakat devrimciler açısından açıktır ki, gerici siyasal iktidarın niteliği her tarihsel kesitte biçimsel farklılıklar içerse de, öz itibariyle burjuva faşist bir muhtevaya sahiptir. ‘’TC’’ tarihi aynı zamanda hem kendi içinde hem de halkalara karşı darbeler tarihidir.
Kuruluşundan bugüne faşist ‘’TC’’ devleti iktidar dalaşı ve halklara karşı savaşta birçok darbeye imza atmıştır. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bunların başlıcalarıdır. Keza aynı gerici iktidar dalaşı düzleminde irili ufaklı birçok darbe ve darbe girişimi gerçekleştirilmiştir. 27 Nisan E Muhtırası bunlardan biridir. Osmanlı’nın meşhur gerici oyunlarını ve iktidar kavgasını kendisine referans alan ‘’TC’’ devleti, tüm tarihsel süreci boyunca kendi gerici siyasal iktidarını bu klik çatışmaları, darbeler ve çeşitli biçimlerde tezgâhlanan kanlı kirli kapışmalar düzleminde hâkim kılmaya çalışmıştır.
Bu tarihsel gerici miras düzleminde varlığını devam ettiren ‘’TC’’ devleti yeni bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. Erdoğan/AKP iktidarını devirmek için ordu içindeki bir kanat harekete geçerek darbe gerçekleştirmek istemiştir. Bu darbe girişimi sonucu Türkiye-Kuzey Kürdistan’ da dün itibari ile olağanüstü gelişmeler yaşandı. Tanklarla meydanlara inen askerler birçok devlet kurumunu ve medya kuruluşunu işgal ettiler. Bununla birlikte havadan da uçak ve helikopterlerle başta MİT Müsteşarlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü olmak üzere birçok devlet kurumu da silahlarla ve bombalarla kuşatılmaya çalışıldı. İç savaş görüntülerine sahne olan dün gece boyunca yaşanan kanlı çatışmalarda yüze yakın sivil insan yaşamını yitirirken, onlarca polis ve asker de yaşanan kanlı hesaplaşmada hayatını kaybetti.
Erdoğan/AKP iktidarının Kürt ulusu başta olmak üzere bütünlüklü ilerici ve devrimci muhalefet karşısında yaşadığı kriz ve tıkanıklıklarla birlikte, Ortadoğu ve uluslararası düzlemde yaşadığı siyasal kriz ve derinleşen çelişkiler yumağı, bu süreci koşullayan nedenlerin başlıcalarıdır. Erdoğan/AKP iktidarının gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda yarattığı siyasal sonuçlar düzleminde derinleşen iktidar dalaşı ve toplumsal çelişkiler yumağı mevcut gerici iktidarı siyasal krize sokmuş ve klik çatışmalarının keskinleşmesini objektif olarak beraberinde getirmiştir.
Somutta yaşanan darbe girişimi özgülünde Erdoğan/AKP iktidarı, “demokrasi, millet iradesi, darbe karşıtlığı” gibi toplumda karşılığı olan politik argümanları manipülasyonlar eşliğinde ustaca kullanarak yaşanan darbe girişimini bastırmıştır. Bu sürecin ve yaşananların her halükarda Erdoğan/AKP’yi güçlendirdiği ve ustaca kullandıkları mağduriyet siyaseti üzerinden yaşadıkları siyasal krizi ve güçlenen güvensizlik iklimini, nispi de olsa görece bir siyasal iktidara ve güven düzlemine dönüştüreceği aşikârdır. Ki yaşanan gelişmeler her bakımdan bu zemini güçlendirmiştir. Fakat oluşacak olan bu görece güçlenmiş siyasal iktidar süreci kesinlikle uzun sürmeyecektir. Erdoğan/AKP iktidarının bütünlüklü yürüttüğü siyasal düzlem ve derinleştirerek tüm toplumsal dinamikleri ezmeye dönük gerçekleştirdiği topyekûn savaş, kaçınılmaz olarak mevcut siyasal iktidarın krizini ve iktidar merkezli klik dalaşını iyiden iyiye derinleştirecektir.
Devrimciler hiçbir koşulda gerici iktidar dalaşının bir tarafı olamazlar
Yaşanan gelişmeler tamamen burjuva gerici bir düzlemde biçimlenen burjuva klikler arasındaki iktidar çatışmasının bir tezahürüdür. Bu bağlamda devrimciler kesinlikle bu gerici iktidar dalaşının ve çatışmasının bir tarafı değillerdir, olamazlar. Özü aynı olan gerici burjuva kliklerin iktidar dalaşında hiçbir burjuva klik hiçbir gerekçeyle bir diğerine tercih edilemez. Devrimci siyasetin bu noktalardaki tutumu dün olduğu gibi bugün de oldukça berrak bir içeriğe sahiptir. Bizler açısından burjuva gerici egemenlik sistemi bütün klikleri, odakları ve bileşkeleriyle hiçbir koşulda meşru değildir. Mevcut siyasal iktidar gibi onunla çatışma halinde olan diğer bütün burjuva kliklerin ve odakların da bizler açısından hiçbir meşruluğu yoktur. Özel mülkiyet dünyası düzleminde sermayenin iktidarı için halklara karşı tamamen kendini zorbalık üzerinden ifşa eden bir siyasal iktidar, hiçbir koşulda bizler için meşru olamaz. Devrimcilerin temel görevi gerici burjuva klikler arasındaki çatışmada taraf olmak değil, aksine yaşanan krizi halklar lehine dönüştürme perspektifi ile daha da derinleştirmektir.
Proleter devrimcilerin meseleye yaklaşımda kendilerine referans aldıkları komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın iktidar çatışmasına yönelik berrak devrimci tutumunu bir kez daha kitlelerle paylaşmak istiyoruz:
‘’Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.’’
Topyekûn burjuva faşist sisteme karşı halkların topyekûn devrimci mücadelesini büyütelim!
Tüm gerici klikleriyle halklara karşı konumlanan mevcut gerici siyasal iktidara karşı devrimci çizgiyi ve halkların çıkarını merkeze koyan bir anlayışla mücadele etmek devrimcilerin temel görevlerinden biridir. Burjuva klikler arasındaki çatışmalarda hakların hiçbir çıkarı olamaz. Bu bağlamda AKP’siyle, CHP’siyle, MHP’siyle, ordusuyla, dincisiyle, Kemalist’iyle ve bir bütün tüm gerici türevleriyle hiçbir gerici burjuva odak bizlerin tercihi olamaz. Halklarımızın en devrimci ve doğru tutumu tüm türevleriyle mevcut gerici siyasal iktidara karşı mücadele etmek ve savaşmaktır.
Bu perspektifle tüm halkımızı Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) çatısı altında örgütlenmeye ve burjuva gerici siyasal iktidara karşı insanlığın özgürlük ve kurtuluş projesi olan sosyalizm bayrağını yükseltmeye çağırıyoruz.
Demokratik Haklar Federasyonu
16 Temmuz 2016
Gaia Dergi olarak, hayatın birçok alanında ve dünyanın farklı yerlerinde olduğu gibi sporda da cinsiyetçi şiddeti öven dile ve kadınlara yönelik yapılan ayrımcılıkların farkındayız. Geçtiğimiz günlerde basında “manken yakma” davası olarak bilinen ve Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin de konuya ilişkin suç duyurusunda bulunduğu davada, yargı lehte bir karar vererek, karşı takımın formasını giydirdiği mankeni yakan taraftara ceza verdi. Fakat sanığın bu suçu işlemiş olması mahkemece tespit edilip 6222 sayılı Sporda Şiddetle Mücadele Kanunuyla cezalandırılmıştı. Biz ise TCK’deki “Kadınların Cinsiyet Olarak Aşağılanması Suçu”ndan yargılanması gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle sanığın daha caydırıcı bir ceza alması gerektiğinden bir üst mahkemeye itirazda bulunulacaktır.
Futbolu seven ve destekleyen herkese, Türkiye’de futbolun cinsel şiddetten uzak bir biçimde de yürüyebileceğinin farkındalığını oluşturmak istiyoruz.
– Kulüp medya organları ve yayınlarında, sporda cinsiyetçi şiddetin önlenmesine yönelik bilinçlendirici ve farkındalık arttırıcı program ve sayfalar hazırlanması, sosyal medya paylaşımlarında bulunulması
– Kadınların veya eşcinsel bireylerin kulüp yönetimlerinde bulunmasının teşvik edilmesi
– Sporda kadın branşlarının arttırılması, kadınların bu anlamda teşvik edilmesi
– Cinsiyetçi ve homofobik şiddet içeren tezahüratlarda bulunan veya cinsiyetçi ögeler bulunduran (örn. pankart ve benzeri) taraftarlara yönelik caydırıcı yaptırımlarda bulunulması (örn. passolig iptali)
– Sporculara, kulüp yöneticileri ve çalışanlarına yönelik farkındalık eğitimleri verilmesi
– Konuyla ilgili panel, konferans gibi etkinlikler organize edilmesi veya çeşitli organizasyonlara katılım, duyuru veya sponsorluk desteği verilmesi
– Eşleri veya partnerlerine şiddet uygulayan ve sosyal hesaplarında cinsiyetçi içeriklere yer veren futbolculara yönelik ciddi yaptırımlar uygulanması (örn. sözleşme feshi, takım kadrolarında yer verilmemesi)
-Cinsiyetçi içeriklerin bulunduğu spor gazeteleri ve dergilerinde (örn. Açık Mert Korkusuz Dergisi) cinsel şiddet içeren her türlü yazının kaldırılması için kulüp olarak itirazlarda bulunulması
Daha detaylı bilgi için için buraya ve buraya tıklayabilirsiniz.
E-posta: bilgi.csmd@gmail.com
Kaynak: Gaiadergi.com
Nprorg’un haberine göre, Hindistan çay endüstrisinde çalışan çay toplayıcılarının çoğunluğu kadınlardan oluşuyor ve Kerala bölgesinde çalışanlar ise bütün sektöre oranla en düşük günlük ücret alıyor
HABER MERKEZİ(15.07.2016)- Hindistan’da çay toplayan kadınlar, uzun çalışma saatleri ve düşük ücrete karşı Kadın Kolektifi’ni oluşturdu. “Biz köle değiliz ve onurlu bir hayata ihtiyacımız var” diyen kadınlar, hakları için örgütlenmeye devam edecek.
Npr.org’un haberine göre, Hindistan çay endüstrisinde çalışan çay toplayıcılarının çoğunluğu kadınlardan oluşuyor ve Kerala bölgesinde çalışanlar ise bütün sektöre oranla en düşük günlük ücret alıyor. Kanan Devan Hills Plantations şirketinde çalışan bu kadınlar zor iş koşulları altında yılda yaklaşık 50 milyon libre çay üretimi yapıyor. Kadınlar ücretlerinin az olması, zor iş koşulları ve ücretlerindeki kesinti yüzünden örgütlenip Kadın Kolektifi’ni kurdu.
‘Düşük ücretlerle çalıştırılıyorduk’
Haftanın 6 günü yağmur, güneş demeden çalışan bu kadınlardan 45 yaşındaki J. Rajeshwari, 19 yaşından beridir çay toplama işinde çalıştığını söyleyerek, “Günde 3 dolardan az para kazanıyorduk. Çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorduk. Bu parayla ne kendimizi besleyebiliyor ne de çocuklarımıza iyi bir eğitim sunabiliyorduk. Çocuklarımı büyütmek için gerekli imkanlara da sahip değildim. Tüm bu nedenlerden dolayı karar verdik” dedi.
‘Biz köle değiliz’
Grubun Başkanı Liss Sunny (48) ise sabahın erken saatlerinden akşam saatlerine kadar çok sıkı bir şekilde çalıştırıldıklarını aktardı. Eylül ayında ücretlerinin yarısının kesildiğini söyleyen Liss, “Bizler bu koşullarda çalışamayacağımızı belirttik. ‘Biz köle değiliz ve onurlu bir hayata ihtiyacımız var’ dedik. Bana en büyük hakaret 2 çocuğumdan birinin eğitim görmesi noktasında seçim yapmak zorunda bırakılmamdır. 2 çocuğumu birlikte okula gönderme şansım yoktu. Bu koşullarda çalışmak beni zorladı ve bu nedenle örgütlülüğümüzü büyütmeye karar verdim” diye belirtti.
Kadınlar ilk olarak hiçbir sendikaya bağlı kalmadan grev gerçekleştiriyor. Daha önceden sendikalara bağlı olan kadınlar, sendikaların işlevsiz olmasından yakınıyor. İlerleyen süre içerisinde kadınlar kendi başlarına üst düzey devlet yetkilileriyle görüşmeye gidip günlük ücretlerinin 4 dolara yükselmesini talep ediyor. İlk başlangıç olarak 1 dolar zam alıyorlar. Kadınlar bu durumu, “Bu çok yüksek bir miktar değil ama en azından bir adımdı” diye yorumluyor.
Kazanımla sonuçlanan tecrübe
2015 yılının eylül ayında da aynı taleplerle iş bırakma eylemleriyle direnişe başlayan kadın işçiler, eleştirdikleri sendikalar olmadan mücadelerinin 9. gününde şirketi ve sendikayı talepleri doğrultusunda ikna ederek kazanım elde etmişlerdi.
Fransa’nın Nice kentinin dünyaca ünlü Promenade Des Anglais Caddesi’nde 14 Temmuz Ulusal Günü kutlaması yapan kalabalığa kamyonla saldırı düzenlendi
HABER MERKEZİ(15.07.2016)- Fransa’nın güneyindeki Nice kentinde bir kamyon 14 Temmuz Ulusal Gün kutlaması yapan kitlenin içine sürerek onlarca insanı ezdi. Saldırıda 84 kişinin yaşamını yitirdiği ifade edilirken, 100’den fazla kişi de yaralandı.
Nice kentinin dünyaca ünlü Promenade Des Anglais Caddesi’nde 14 Temmuz Ulusal Günü kutlaması yapan kalabalığa yerel saatle 22.30 sıralarında kamyonla saldırı düzenlendi. Bölge Valisi Alpes Maritime, saldırıyı gerçekleştiren kişinin halkın üzerine ateş açtığını da ifade etti.
Nice Başsavcılığı tarafından yapılan açıklamada, saldırıda 80 kişinin hayatını kaybettiği, 100’den fazla kişinin de yaralandığı ifade edildi. Nice Valisi Adolphe Colrat da, kamyonun son sürat kalabalığın arasına daldığını ve yaklaşık 2 kilometre boyunca insanları ezdiğini açıkladı.
Yetkililer, ölü sayısının gittikçe artmasından endişe ettiklerini belirtti. Öte yandan Fransa polisi, yaptığı anonslarla kent sakinlerini gerekmedikçe evlerinden çıkmama yönünde uyardı.
Fransa’da daha önce de saldırı olmuştu
13 Kasım 2015’te Fransa’nın başkenti Paris de benzer bir saldırıya hedef olmuştu. DAİŞ’in üstlendiği saldırıda 130 kişi hayatını kaybetmişti.
HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş, AYM’nin çocuk istismarına dair 15 yaş sınırı içeren hükmü iptal etmesini meclise taşıdı
HABER MERKEZİ (15-07-2016)- HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş, AYM’nin çocuk istismarına dair 15 yaş sınırı içeren hükmü iptal etmesini meclise taşıdı. Adalet Bakanına verdiği önergede önlem alınmadığı takdirde uça ortak olacağının altını çizen Meral, “Yerel ve yüksek mahkemelerin cinsel istismar vakıalarında fail lehine tutum takınmaları ve fail lehine kararlara imza atmaları hükümet politikalarınızın bir neticesi midir?” diye sordu.
Anayasa Mahkemesi (AYM) önceki gün TCK- 103/1’deki “15 yaşını tamamlamamış her çocuğa karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranışın cinsel istismar sayılacağına” ilişkin hükmü iptal etti. HDP Adana Milletvekili, avukat Meral Danış Beştaş da, “Karaman’da çok sayıda çocuğun mağdur olduğu cinsel istismar vakıası başta olmak üzere çocuğun maruz kaldığı cinsel istismar vakıaları hükümet çevreleri tarafından olağan karşılana gelmektedir” diyerek, AYM kararı ve yargı organlarının çocuğun istismarına dair yaklaşımlarını Adalet Bakanına sordu. Meral, şu soruları yöneltti:
“* Türkiye’nin tarafı olduğu Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 19 uncu maddesi “Taraf Devletler, çocuğun ana–babasının ya da onlardan yalnızca birinin, yasal vasi veya vasilerinin ya da bakımını üstlenen herhangi bir kişinin yanında iken bedensel veya zihinsel saldırı, şiddet veya suistimale, ihmal ya da ihmalkâr muameleye, ırza geçme dahil her türlü istismar ve kötü muameleye karşı korunması için; yasal, idari, toplumsal, eğitsel bütün önlemleri alırlar.” hükmümü amir olup Anayasa Mahkemesi kararı bu maddeye aykırılık teşkil etmiyor mu? Anayasa Mahkemesinin Çocuk Hakları Sözleşmesine aykırılık teşkil eden kararı hakkında ne düşünüyorsunuz?
* Anayasa Mahkemesi kararı devletin çocuğun maruz kaldığı cinsel istismara dair sorumluluğunu bertaraf etmekte olup bu karar; hükümet olarak çocuklara ilişkin sorumlulukların yerine getirilmemesine hazırlanan bir kılıf mıdır?
* Hükümetiniz döneminde eski düzenlemeye nazaran çocuklar lehine yapılan iptale konu cezai düzenleme hakkındaki görüş ve düşünceleriniz nedir? Bahse konu yasa hükmü neden dava konusu olmuştur? Maddenin aksayan yönleri var mıdır? Bu konuda bir araştırma veyahut bir çalışma yürüttünüz mü?
* Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükmün uygulanmasına yaşanan aksaklıklar neler olmuştur?
* İptal edilen madde kapsamında kaç kişi yargılanmış kaç kişi hüküm giymiştir?
* Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükme dair yeni bir yasal düzenleme yapılması öngörülmekte midir? Bu yönlü bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?
* Hükmün iptali ile birlikte 15 yaşını tamamlamamış çocukların maruz kalacağı cinsel istismar yaptırımsız kalacak olup bu konuda ne tür önlemler almayı öngörüyorsunuz? Aksi halde çocuklar cinsel istismara karşı korumasız kalacak olup cinsel istismar suçunu gerçekleştiren faillerin korunmasına ortak olacak mısınız?
* Anayasa Mahkemesi kararının hakeza yerel mahkemenin hükmü uygulamamak adına yapmış olduğu başvurunun küçük çocuklara uygulanan cinsel istismarın suç sayılmamasına dair görüşlerle ilintisi var mıdır? Karaman’da bir yurtta çok sayıda erkek çocuğun maruz kaldığı cinsel istismar vakıasına dair bazı çevrelerce bu durumun olağan olduğuna dair yapılan beyanlar ile Anayasa Mahkemesi kararı arasında bir bağ olduğunu düşünüyor musunuz?
* Çocuğun maruz kaldığı cinsel istismar neticesinde faili ile evlendirilmesi failim aklanması çocuğun bir kez daha cezalandırılması anlamına gelmiyor mu?
* Yerel ve yüksek mahkemelerin cinsel istismar vakıalarında fail lehine tutum takınmaları ve fail lehine kararlara imza atmaları hükümet politikalarınızın bir neticesi midir?
* Çocuğun maruz kaldığı cinsel istismar vakıalarının cezasız kalmasının toplumda kırılma ve infiale yol açacağını öngörüyor musunuz?
* Çocuğun maruz kaldığı cinsel istismar vakıalarının etkin yargılanması ve faillerin suç ile orantılı cezalar almasına yönelik çalışmalar yürütecek misiniz?”
halkingunlugu.net
Haziran ayında yaşanan kadına yönelik şiddetin bilançosu açıklandı. 22 kadın erkekler tarafından Haziran ayında katledildi
HABER MERKEZİ (15-07-2016)- 2016’nın ilk 6 ayında en az 135 kadını katletti, 112 kadına cinsel saldırıda bulundu, 290 kız çocuğunu cinsel istismarda bulundu, 183 kadına şiddet uyguladı.
bianet’in cinayet, tecavüz, çocuk istismarı, taciz ve şiddet-yaralama başlıkları altında derlediği erkek şiddeti çetelesine göre; kadınların yüzde 23’ü ayrılmak/boşanmak istedikleri için katledildi. Boşanma davası süren bir kadın, eşi hakkında suç duyurusunda bulunduktan sonra katledildi. Kadınların yüzde 82’sini eski veya mevcut partnerleri öldürülürken, 13’ünü eşleri öldürdü.
Erkek şiddetinin yüzde 12,5’i kadın ‘hayır’ dediği için
Erkekler haziran ayında 32 kadına şiddet uygulandı ve kadınların yüzde 2,5’inin boşanmak/ayrılmak istediği ya da erkeklere ‘hayır’ dediği için şiddete maruz kaldığı belirtildi. Hakkında 27 kez uzaklaştırma kararı çıkartılan erkek, eşini üzerine kaynar çay dökerek yaraladı, ardından serbest bırakıldı. Bir erkek, hakkındaki uzaklaştırma kararına rağmen eşine işkence yaptı. İki kadın ise sistematik şiddet gördükleri erkekleri öldürdü.
Binali Yıldırımın partisinin grup toplantısında söylediği “Acil servislere artık kız bakmaya gidiyorlar” sözlerine İstanbul Tabip Odası ve Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) İstanbul Şubesi tepki gösterdi
HABER MERKEZİ (15.07.2016) – Binali Yıldırımın partisinin grup toplantısında söylediği “Acil servislere artık kız bakmaya gidiyorlar” sözlerine İstanbul Tabip Odası ve Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) İstanbul Şubesi tepki gösterdi.
Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin acil servis kapısı önünde basın açıklaması düzenlenerek, Başbakanın sözleri protesto edildi.
İstanbul Tabip Odası Üyesi Dr. Melehat Cengiz tarafından okunan basın açıklamasında, “Başbakana bazı şeyleri hatırlatmak istiyoruz” denildi ve şunlar ifade edildi:
“Acil servisler ciddi birimlerdir. Acıların, ıstırapların yaşandığı, insanların yaşamını yitirdiği yerlerden bahsediyoruz. Bombalı katliamlar yaşanırken, şaşalı kutlama yapan zihniyetin acil servislere kız bakmaya gelmesine o kadar da şaşırmamak lazım.”
Halkın Günlüğü
12 Temmuz Salı sabahı polis baskınlarıyla gözaltına alınan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) üye ve taraftarlarından 4 DHF’li tutuklandı, 6 DHF’li tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.Demokratik haklar mücadelesine ve bilhassa örgütlü mücadeleye yönelik tahammülsüzlükle yapılan devlet terörünün ardından DHF nin yapmış olduğu açıklamaya yer veriyoruz:
Faşist “TC” devleti kana susamış bir barbarlıkla halklarımıza ve halklarımızın örgütlü devrimci dinamiklerine pervasızca saldırmaya devam ediyor. Halklara karşı topyekûn savaş açan “TC” devleti ile somuttaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı, kendisi için tehlike arz eden bütün demokratik, ilerici ve devrimci toplumsal güçlere saldırarak bastırmaya çalışmaktadır. Bu kapsamda neredeyse her gün onlarca devrimci, demokrat ve yurtsever devletin gözaltı ve tutuklama terörüne maruz kalmaktadır. Yine aynı faşist politikalar sonucu son bir yılda yüzlerce insan katledilmiştir. Tüm toplumsal muhalif güçleri hedef alan Erdoğan/AKP iktidarı toplumu tamamen zapturapt altına almaya çalışmaktadır.
DHF devrimci bir mevzidir, saldırılar nafile!
Kuruluşundan bu yana her daim sistemin hedeflerinden biri olan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) tüm saldırı ve engellemelere rağmen haklılığından aldığı güç ve devrimci meşrulukla yoluna daha da güçlenerek devam etmiştir. Bugüne değin DHF’ye yönelik onlarca saldırı ve baskın gerçekleştirilmiş, yüzlerce üye ve taraftarı gözaltı ve tutuklama terörüne uğramıştır. Hâlihazırda hapishanelerde onlarca DHF üyesi ve taraftarı bulunmaktadır.
Yakın dönem içerisinde Dersim başta olmak üzere ülkenin birçok yerinde yine DHF’ye yönelik saldırılar sonucu onlarca faaliyetçimiz gözaltına alınarak tutuklanmıştır. Bu saldırılara son olarak da Adana eklendi. 12 Temmuz gece saat 04.00 sularında Adana merkezli yapılan baskınlarda 12 üye ve taraftarımız gözaltına alındı. İki gün boyunca Adana Emniyet Müdürlüğü’nde tutulan üye ve taraftarlarımız bugün savcılığa sevk edildiler. Savcılıkta ifadeleri alınan 6 DHF’li tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken mahkemeye sevk edilen 3 DHF’li ise tutuklandı.
Buradan bir kez daha ilan ediyoruz; hiçbir saldırı ve zorbalık bizleri halkların özgürlük ve kurtuluş mücadelesinden alıkoyamayacaktır. Dün olduğu gibi bugün de haklılığımızdan ve meşruluğumuzdan aldığımız güçle halklarımızın örgütlü devrimci mücadelesini büyütmeye devam edeceğiz. Topyekûn savaş saldırganlığına halklarımızın örgütlü birleşik devrimci mücadelesini kuşanarak cevap olacağımızı buradan bir kez daha haykırıyoruz.
Kahrolsun faşist diktatörlük!
Gözaltılar, tutuklamalar ve baskılar bizleri yıldıramaz!
Yaşasın halkların örgütlü devrimci mücadelesi!
DEMOKRATİK HAKLAR FEDERASYONU
HABER MERKEZİ (12.07.2016) – Ermenistan’da kadına yönelik şiddeti ve kadın katliamlarını gerçekleştiren erkekleri cezalandırmayan hakim ve savcıların fotoğrafları sosyal medyada paylaşılmaya başlandı. Son beş yıl içerisinde 30 kadının katledildiği ülkede kadın katliamlarını ve kadına yönelik şiddeti engelleyecek bir yasa tasarısı ise bulunmuyor.
Ermenistan’da kadına yönelik şiddet ve kadın katliamları giderek artıyor. Kadına yönelik şiddete önleyici herhangi bir yasanın olmadığı ülkenin başkenti Erivan’da üç gün önce Taguhi Mansuryan ve ailesi evlendiği Vladik Martirosyan tarafından baltalı saldırıya uğraması ile kadına yönelik şiddet ve kadın katliamları tekrar gündeme taşındı. Sistematik olarak şiddete maruz bırakılan Taguhi’nin destek aldığı, “Women’s Resource Center” (Kadın Çözüm Merkezi) isimli sivil toplum örgütü, saldırı sonrası yaptığı açıklamada Taguhi’nin, kendisi ve ailesinin can güvenliği için defalarca polise başvurduğu halde polisten destek alamadığını belirtti. “Women’s Resource Center”in temsilcilerinin aktardığına göre olaydan bir hafta önce Taguhi, Vladik ile karşılaştıklarında kendisini tehdit ettiğini ve hem kendisine hem ailesine karşı şiddet uyguladığını belirtti.
Bir kez daha kadına yönelik şiddet uygulayan ve katleden erkeklerin cezalandırılmamasına dikkat çekilirken, ülke genelinde kadına yönelik şiddet uygulayan erkekleri cezasız bırakan savcıların ve hakimlerin fotoğrafları, kadın katliamlarının asıl sorumluları olarak sosyal medyada paylaşılmaya başlandı.
Öte yandan aile için şiddete yönelik cezasızlık politikası, Ermenistan için ilk değil. Üç yıl önce de çocuklarının önünde evlendiği kadını 21 kez bıçaklayarak katleden Volodya Muradyan’a sadece 3 buçuk yıl hapis cezası verilmişti.
Ermenistan’da kadın hakları savunucuları ve aktivistleri, söz konusu saldırıları sadece kadına yönelik şiddeti engelleyen bir yasa tasarısının engelleyebileceğini belirtiyor. Fakat 2013 yılında Ermenistan hükümeti, aile içi şiddete karşı yasa tasarısını reddetmişti.
2010-2015 yılları arasında erkekler tarafından 30 kadının katledildiği Ermenistan’da bu sayı giderek artıyor.
JİNHA
HABER MERKEZİ (12.07.2016) – Virjinya’da kadınların ve çocukların cinsel saldırıya ve istismara uğraması durumunda saldırıyı gerçekleştiren erkekle evlendirilmesini ön gören yasada güncelleme yapıldı. Yasanın değişmesiyle birlikte, erkekler cinsel saldırıya maruz bıraktıkları kadınlarla ve çocuklarla evlenmeyecek ve yasalara göre gerekli cezayı alabilecek.
Virjinya’da 2004-2013 yılları arasında yaklaşık 4 bin 500 kız çocuğu evlendirildi. Bu çocuklardan 200’ü 15 yaş altındaydı. Çocuk yaşta evlendirmelerin önüne geçmek için Virjinya’da devlet yetkilileri, yasal değişikliğe gitti. The Independent’in haberine göre, Virjinya’da devlet yetkilileri çocuklarının ailelerinin izni alınarak hamile kalmaları durumunda evlendirmelerine izin verilen yasayı güncelleyerek yeni yasal mevduatı tanıttı. Geçtiğimiz Cuma günü yürürlüğe giren yasa ile evlilik yaşı da 18 olarak belirlendi.
‘Yasal değişiklik bir uyanma yaratabilir’
Yasal değişikliği değerlendiren aktivistler, önceki yasada cinsel saldırıya maruz bırakılanların saldırgan erkeklerle evlendirildiğini belirterek, suç işleyenlerin bu nedenle ceza almadığına dikkat çekti. Önceki yasayla birlikte çocuk yaşta evlendirilmelerin de arttığına işaret eden aktivistler, yıllardır yasanın değişmesi için mücadele verdiklerini kaydetti. Bu yasanın değişmesi için mücadele veren gruplardan biri de Tahirih Adalet Merkezi. Tahirih’in politika ve strateji üst düzey danışmanı olan Jeanne Smoot, basına yaptığı açıklamada, “Umuyoruz ki kanun yapıcılar kendi yasalarının çocuk evliliklerini nasıl kolaylaştırdıklarını görebilirler. Ve bu değişiklik Virjinya’da bir uyanma yaratabilir” dedi.
‘Ceza almamak için evleniyorlar’
Cumhuriyetçi politikacılardan olan Jill Holtzman Vogel ise, pratikte yaşadığı bir olayı şu sözlerle aktardı: “50 yaşlarında bir erkek lise öğrencisine cinsel istimarda bulunuyor. Ve lise öğrencisi başından geçenleri gelip bana anlattı. Saldırgan gidip kız çocuğunun anne ve babasını evlenmeye ikna etti ve böylece ceza almaktan da kurtardı kendisini. Bu taktiği ikinci kez uygulamış. Daha öncede aynı şeyi yapıp boşanmış. Şuanda evliler ve hiçbir suç yok ortada. Kız çocuğu okulu bıraktı ve hayatı mahvoldu.”
‘Evlilik yaşı bölgelere göre değişiklik gösteriyor’
Hükümet politikalarını analiz eden bir kuruluş olan Dünya Politika Merkezi, dünyada yüzde 88 oranında ülkede evlenme yaşının minimum 18 olduğunu söylerken, Amerika’da ise evlilik yaşının bölgelere göre değişiklik gösterdiğini belirtiyor. Merkez, şu anda 6 bölgede kız çocuklarının ailelerinin rızası alınarak 16 yaş altı çocukların evlendirildiğini ifade ediyor.
Bu yılın başında Youtube’da ünlü Coby Persin, New York Times Meydanı’nda bir deney denedi. Deneyde 65 yaşındaki bir erkek 12 yaşındaki bir kız çocuğuyla evlendiriliyordu. Yoldan geçen insanların tepkileri öfke veya şaşkınlıktı. Aslında onun amacı hergün dünya çapında 33 bin kız çocuğunun durumunu göz önüne sermekti.
Birçok ülkede çocuk evliliklere karşı yeni yasalar çıkartırken, yada var olan yasalarda düzenlemeler yapılırken, Türkiye’de ise Boşanma Komisyonu cinsel saldırıya uğrayan kadınların “tecavüzcüsüyle evlendirilebileceği” yönünde meclise rapor sundu. Türkiye genelinde alanlara çıkan kadınlar rapora tepki göstermişti.
JİNHA
HABER MERKEZİ (11.07.2016) – Faşist TC. devleti’nin Kürt ulusuna yönelik katliam saldırıları devam ederken dün yapılan operasyonla bir kadının da infaz edildiği ortaya çıktı.İnfazın yapıldığı bölgede komşu evin duvarlarına özel harekat polisleri tarafından yazılan ırkçı ve cinsiyetçi yazılamalar mahalleli çocuklar tarafından boyalarla kapatıldı.
Sürmeli Serhat Sokak’ta içerisinde kadın ve çocuklarında bulunduğu iki eve baskın düzenleyen devlet güçleri polisleri infazın gerçekleştiği evde bulunan İrem (35) Kezban (40), Sozdar (23) ve Aynur (25) Akdoğan ile 10, 8 ve 4 yaşlarındaki 3 çocuğu gözaltına aldı. Daha sonra çocuklar serbest bırakılırken, gözaltına alınan 4 kadının nereye götürüldüğü ise öğrenilemedi.
Tepki gösteren halka da saldırı
Öte yandan mahalleyi ablukaya alan polislere tepki gösteren mahalle sakinlerine gaz bombaları ve silahlarla saldırılırken, mahalleye gitmek isteyen ve aralarında HDP Wan Milletvekilli Adem Geveri ile DBP ve HDP yöneticilerinin de bulunduğu grup, özel harekat polisleri tarafından engellendi.
Duvardaki Yazılar Devletin Zihniyetine Işık Tutuyor!
Düzenlenen operasyonla infaz edilen kadınla birlikte evde bulunan 4 kadını da gözaltına alan özel harekât polisleri, komşu evlerin duvarına ise “Geldik sadece karılarınız vardı. Toplar, fistanlılar” şeklinde cinsiyetçi ve ırkçı yazılamalar yazarak yine Türk bayrağı çizdi. Bu yazılamalara tepki gösteren mahalleli çocuklar, yazılan ırkçı yazıların üzerini boyalarla kapattı.
ALMANYA- Avrupa genelinde devrimcilere dönük saldırılar devam ederken 2011 Yılında tutuklanarak Yunanistan’dan Alman Devleti’ne „teslim“ edilen DHKP-C tutsaklarından Gülaferit Ünsal’a yönelik Alman Hapishanesi sistematik saldırılarını sürdürüyor.Geçtiğimiz yıllarda elli günü aşkın açlık grevi yaparak çeşitli taleplerinin yerine getirilmesini ve saldırı politikalarının bir süre de olsa durmasını sağlamıştır.Yayın yasakları, taciz, tehdit vb. Uygulamalarla içeride de sindirilmeye çalışılılan politik tutsaklar adli tutuklular aracılığı ile yaptırılan uygulamalar vesilesi ile de hapishane yönetimi tarafından devrimciler karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor.
http://soligruppeguelaferituensal.blogsport.de/ adresinde 1 Temmuz tarihinde yayınlanan açıklamada da Gülaferit’e yönelik yapılan hukuksuz uygulamalara değinilerek son süreçte yaşadıkları sıralanmaktadır;
Almanya’nın Berlin şehrinde bulunan JVA-Lichtenberg Hapishanesi‘nin doluluk oranını 133% aşmış durumda (son durum 29 Haziran 2016).
Bu Hapishanede, yönetmeliklerinde geçen kurallar aslında herkes için geçerlilik taşımaktadır. Ancak bazen bu kurallar mahkumları moral bozukluklarına sevk etmek veya psikolojik olarak da tecrit etmek adına olacak ki kimi zamanlar askıya alınır. Böylesi durumlarda özellikle de siyasi tutsaklar söz konusu olunca bilinçli bir şekilde uygulanır ve onlara bulundukları durumu olabildiğince zorlaştırmaya ve zarar verilmeye çalışılır.
Tüm bu saydıklarımız siyasi tutsak olan Gülaferit Ünsal‘i yıldırmak veya kışkırtmak için bir girişim çabası (suç) olarak görülmek zorundadır.Tecrit saldırıları devam ediyor.
Ancak Mücadele de Devam Ediyor!
Gülaferit Ünsal-Dayanışma Grubu
„Dışarıdan İçeriye“ Dayanışmada bulunmak için Posta adresi:
Gülaferit Ünsal
JVA für Frauen
Alfredstraße 11
10365 Berlin
ADKH çeviri ekibi tarafından http://soligruppeguelaferituensal.blogsport.de/ sitesinden çevrilmiştir.
Toplumsal cinsiyet rolleri, arkeolojide genellikle pek üzerinde durulmayan veya genellemelerle geçiştirilen bir konudur. Çocuklar ise arkeolojik anlatılarda neredeyse yok gibidir. Aşağıdaki yazı, bu konuyu ele alan Stephen E. Nash’in Sapiens.org adresindeki internet sitesine yazdığı yazının çevirisidir.
Aşölyen el baltası gibi taş aletler binlerce yıl boyunca iyi korunmuş halde kalabilirler, çünkü bunlar öncelikle taş, sonra alettirler. Pişmiş seramik parçaları da özünde insan yapımı taşlar oldukları için binlerce yıl kalabilirler. Bazı durumlarda metal aletler de binlerce yıl korunabilir. Ancak sert bir malzeme olmaları, kimyasal kırılganlıklarını maskeler; metal aletlerin çoğu uzun süre dayanmaz. Aynı metallerde olduğu gibi, kemik aletler de iyi korunabilirler, ancak bunların korunması da bulundukları bölgedeki toprağın kimyasal yapısına bağlıdır. Çabuk çürüyen bitki ve hayvan kalıntılarından yapılmış olan giysi, ayakkabı, ağ, sepet ve oyuncaklar ise, çok nadir durumlarda iyi korunmuş olarak bulunur, bu yüzden de pek iyi anlaşılamazlar.
Çürüyebilen materyaller, arkeolojik kayıtlarda dört şekilde ele geçebilir. Bu materyaller tamamen donduklarında iyi şekilde korunabilirler. Buz adam Ötzi ve aletleri bu şekilde korunmuştur. Bilimciler, buzda korunan bu tek birey sayesinde Avrupa’nın Neolitik dönemiyle ilgili pek çok şey öğrendiler. Çürüyebilen materyalleri korumanın diğer yolu ise bunları, Batı Amerika’daki kurak ve yarıkurak bölgelere yayılmış onlarca mağara yerleşiminde olduğu gibi, sürekli olarak kuru tutmaktır. Üçüncü yöntem ise materyallerin daima ıslak bir yerde kalmasıdır: Avrupa’daki Ortaçağ Viking yerleşimlerinde olduğu gibi su altında ve oksijensiz ortamlarda korunabilirler. Son olarak, ironik sayılabilecek biçimde, çürüyebilen materyaller, eğer yanma sonucu kimyasal olarak kömürleşirlerse korunabilirler. Pompeii ve benzeri felaketler sonucu yerle bir olan yerleşimlerde bunun örneklerini görebiliriz.
Çürüyebilen ve çürümeyen materyallerin arkeolojik kayıtlarda farklı şekillerde korunmasından dolayı taş devrinde yaşayan pek çok topluluk, sadece buluntulara bakıldığında, taş alet teknolojilerine önem veriyor, çürüyebilen alet teknolojilerini ise önemsemiyormuş gibi görünür. Bu şekilde farklı materyallerin farklı oranlarda korunması, 20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan, taş devri kültürlerini “Avcı Erkek” teması etrafında şekillendiren yorumları destekledi. “Avcı Erkek” yorumuna göre erkekler avlanır, kadınlar kampla ilgilenir ve çocuklar da arkeolojik olarak görünmezdir. Tam bir şehirli orta sınıf yaklaşımı! Ayrıca çok da hatalı.
1960’lardaki kadın özgürlük hareketiyle, “Avcı Erkek” konseptinin üzerinde bu kadar durulmasına tepki olarak araştırmacılar “Toplayıcı Kadın”ı incelemeye başladılar. Bu şekilde kadınların tüm toplumlara yaptığı önemli katkıları da gecikmeli de olsa belgelemeye başladılar. Etnografik araştırmalar toplanan yiyeceklerin genellikle avlanmadan daha önemli olduğunu gösterdi, çünkü toplanan yiyecekler, özellikle büyük hayvan avlarına kıyasla çok daha öngörülebilir ve güvenilir bir kalori kaynağıydı. Başka araştırmalar da katı, batılı tarzda işbölümünün normların dışında bir ayrışma olup, hiçbir şekilde evrensel olmadığını gösteriyor. Her ne kadar ayrışmaların ve uzmanlıkların varlığını reddedemiyor olsak da, her toplumda insanlar, yapılması gereken bir iş olduğunda, onu yapmak için bir araya gelme eğilimi gösteriyorlar; insanlar gerektiği durum ve zamanlarda beraber çalışıyorlar.
Günümüzden 13,000 ilâ 9,000 yıl öncesine tarihlenen Clovis, Folsom ve buna benzer taş alet tiplerinin, sanki başka hiçbir teknolojileri yokmuşçasına incelendiği Paleoindian Kuzey Amerika arkeolojik araştırmalarından uzun süredir rahatsızlık duyuyorum. Bu taş aletlere bu kadar vurgu yapılmasının nedeni kısmen korunmalarıyla ilgili. Hayvan öldürme alanları, av kampları, kemik ve taş aletler, Batı Amerika’da nispeten iyi korunmuş olarak bulunurken; Paleoindian kamp yerleşimleri seyrek, çürüyebilen materyallerden yapılmış eşyalarsa (ağlar, sepetler, giysiler, ayakkabılar vs.) çok nadir bulunuyor.
Bu durum tamamen materyallerin farklı oranlarda korunmasının bir sonucu olduğu için yorum yapılırken aşırıya kaçılmaması gerekir. Aslında, taş aletlerle ilgili yorumlara bu derece aşırı güven duyulması, özellikle arkeolog Joan Gero onyıllar önce taş aletlerin ve bu aletlerin yapımının tamamıyla erkeklerin ilgilendiği bir konu olmadığını gösterdikten sonra, oldukça sorunlu. Joan Gero, toplumsal cinsiyet arkeolojisinin öncü ve önderlerinden biri.
Cinsiyeti bir yana bırakırsak, bu aletlerin işlevselliğine dair bir tartışma da var. Clovis uçları sadece etkili mızrak uçları olmakla kalmayıp, daha fazla değilse bile aynı derecede etkili şekilde saplı bıçak olarak da kullanılabilirler. Ancak sapları veya kabzaları korunmadığından biz, genellikle otomatik olarak şiddet ve hâkimiyeti vurgulayan yorumları (yani besin işlemeyi değil avcılığı) tercih ediyoruz.
Günümüzden 9,000 ilâ 1,000 yıl öncesine tarihlenen Arkaik Dönem yerleşimleri, bulundukları yere göre yine aynı döngüsel akıl yürütmeyle yorumlanır. Farklı derecelerde korunmalarından dolayı Arkaik yerleşimlerin çoğunda çok sayıda taş alet ele geçirilirken, çürüyebilen kalıntılar son derece azdır. Bu da bizi sıra dışı bir objeye yönlendirir.
Denver Doğa ve Bilim Müzesi (DMNS), şaşırtıcı şekilde iyi derecede korunmuş, dört ayaklı bir memeli hayvanı betimleyen, çalılardan yapılmış güzel bir figürine ev sahipliği yapar. Betimlenen hayvan muhtemelen geyik veya kanada koyunu olabilir. (Büyük olasılıkla) 1930’larda Dolores Mağarası’nda ele geçirildikten sonra 1966’da müzeye bağışlandı. Dolores Mağarası, Colorado’nun batı yamaçlarında Gunnison’a çok uzak olmayan yerde bulunan, daima kuru olan bir mağaradır. Radyokarbon tarihlemesine göre 4500 yıllık olan figürin, Batı Amerika’daki kuru mağara ortamlarında bulunmuş en erken örnek olmasının yanı sıra, bu tipteki buluntular arasında en doğuda bulunmuş olanı.
Peki bu figürin ne amaçla kullanılmıştı? Ne anlama geliyor? Bu konuda çok sayıda teori var. “Avcı Erkek” yorumlarının baskın olması ve böylesi figürinlerin genellikle mağaralarda bulunduğu göz önünde tutulduğunda, insanlar otomatik olarak avda başarıya ulaşmayı garantilemek amacıyla yapılmış büyü veya ayinlerden bahsediyorlar. Bu mümkün olsa bile, Occam usturası [Bütün koşullar eşit olduğunda en basit açıklamanın seçilmesi prensibi. ÇN] başka fikirleri de düşünmemiz gerektiğini söyler. Bu figürinlerin onlarcasının Batı Amerika’da mağara ortamlarında bulunmuş olması, kullanımlarından ziyade korunmalarıyla ilgili bilgiler veriyor. Belki de Arkaik dönemde kamp yerleşimlerinde binlerce değilse bile yüzlerce figürin bulunuyordu, ama bunlar açık havadaki çevre koşullarından dolayı binlerce yıl dayanıp günümüze kadar kalamadılar.
Yirmi yıldan daha uzun bir süre önce, ben hala lisans üstü öğrencisiyken, arkeolog Margaret Conkey’e toplumsal cinsiyet arkeolojisi çalışıp çalışmamam gerektiğini sordum. Cevabı beni fiziksel açıdan durdurdu, politik açıdan şaşırttı ve analitik açıdan da esinlendirdi. “Tabii ki çalışmalısın” dedi, sonuçta “prehistorik dönemde kadın ve çocukların da yaşadığını biliyoruz.” Gerçekten de öyle.
Belki de Dolores Mağarası’ndaki figürin sadece basit bir oyuncak. Antik toplumlara daha bütünsel bir açıdan yaklaşmamızı sağlayan ve çocukların evrensel ihtiyacı olan oyun oynamayı ayrıcalıklı kılan bu fikirde söylenmeden anlaşılan bir güzellik var. Sonuçta oyun oynamak çocukların işi.
arkeofili.com
(Aysel Arslan tarafından Stephen E. Nash, Sapiens, 14 Haziran yazısından çevrilmiştir)
Kozmetik şirketlerinden AVON’un Gebze’deki deposunda çalışırken sendikalaşmaya gittikleri için işten atılan işçiler, direnişlerine devam ediyor.DGD-Sen sendikasına üye işçilerin direnişi bugün 48. gününde.
Direnişteki işçiler, insanca çalışma koşulları ve sendikal örgütlenme hakları için AVON yönetimi ve Klüh adlı taşeron firmaya karşı mücadelelerini sürdüyorlar.
Aylardır süren direniş boyunca çaşitli sanatçılar mücadeledeki işçilerle dayanışma mesajları yayınladılar.Taleplerin kabul edilmesi amacıyla “AVON sendikal örgütlenme hakkını gaspetmeye hemen son vermelidir” başlığı ile yürütülen imza kampanyası da bulunmaktadır.Halen sürmekte olan kampanyaya imza atmak için burayı tıklayabilirsiniz.
AVON Nedir/Kimdir ?
AVON, 1886 yılında ABD merkezli kurulan bir kozmetik şirketidir. 100’ü aşkın ülkede pazarı bulunan şirket, yerel ağlar aracılığıyla doğrudan satış yöntemiyle çalışmakta. Şirket üzerinden oluşturulan yerel ağlar ile Türkiye’de de kadınlar “Satış Temsilciliği” adı altında komşularına, yakın çevrelerine bu ürünleri satarak ekonomik olarak iyileşmeye çalışsa da, temsilci olan kadınların bir çalışan olarak sosyal haklara sahip olabilmek için şirketin belirlediği limiti aşması koşulu sunulmakta. Bu şekilde şirket, bir taraftan taşeron işçilerle, diğer taraftan da güvencesiz olarak yereldeki kadınları çalıştırmakta.
Tayyip Erdoğan’ın Suriyeli göçmenlere Türk Vatandaşlığı verileceği yönündeki açıklaması ile birlikte çok ciddi bir tartışmaya kapı aralandı. Gerçi bu tartışma halkın arasında çoktan beri yapılıyordu. Ancak bu çıkışla birlikte her yanı kaplayacağından şüphe yok.
Sosyalist hareket bu noktada önemli bir sınavla karşı karşıya olduğunu bilerek davranmak zorunda. Aksi halde Kürt Sorunu’nda olduğu gibi Türkiye Sosyalist Hareketi’ni zehirleyecek bir başka çıbanın oluşması hiç de uzak ihtimal değil.
Göç İdaresi ve AFAD verilerine göre Türkiye’de 3 milyona yakın Suriyeli sığınmacı mevcut bugün. Bu insanların yaklaşık 300 bini kamplarda kalıyor. Yani yüzde 10’u. Geri kalan yüzde 90, yani 2.700.000 kişi ise değişik şehirlere dağılmış durumda. Onları her yerde görmek mümkün.
Suriyeli göçmenler, Tayyip Erdoğan’ın olası başkanlık hesapları için oy deposu, sermaye için karın tokluğuna çalıştırılacak ucuz işgücü, siyasal İslamcılar için potansiyel kitle vs. olarak görülebilir. Bunun tersine yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yerel halk tarafından bir tehdit unsuru olarak algılandıkları ve yavaş yavaş nefret objesine dönüşmeye başladıklarına dair de önemli emareler var.
Halk arasında; yaşanan işsizlik, ücretlerin düşmesi, kiraların yükselmesi, suç oranlarını artması gibi sorunlar hep Suriyelilerin varlığıyla ilişkilendiriliyor zaten. Bütün dünyada olduğu gibi başta ekonomi olmak üzere olumsuz giden pek çok şeyin sorumlusu olarak gösterilip “günah keçisi” haline getirilecekler bu gidişle. Öyle ki medyada bir süredir bu nitelikteki haberleri görmeye başlamıştık. O haberlerde Suriyeliler bir zamanlar metropollerdeki Kürt göçmenler gibi kentte dönen bütün olumsuz işlerin sorumlusu olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Öte yandan devletin Suriyeli göçmenleri Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin değişik dönemlerinde olduğu gibi bir toplumsal mühendislik çabasının unsuru olarak kullanma gayreti içine girdiği de görülüyor. Bu mültecilerin Kürt ve Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerin yanı başına yerleştirme gayreti ise ciddi bir gerilimi de beraberinde getirdi.
Tüm bunlar Suriyeli mültecilerin Türkiye siyasetinin içine önemli bir aktör olarak dahil olduğunu/olacağını gösteriyor.
Girişte bahsettiğimiz tehlike işte tam da burada kendini gösterecek. Şöyle ki, AKP’nin ve Erdoğan’ın basit bir hesapla Suriyeli göçmenleri kendi siyasi çıkarlarına manivela yapma çabası ters tepebilir. Geniş kesimler bugün emareleri görülmeye başlanan ırkçı-göçmen düşmanı bir hatta savrulabilir. Bu da AKP ve Erdoğan’ı erozyona uğratan bir gelişme halini alabilir. Bu bağlamda sosyalist hareketin AKP’ye karşı muhalefeti ve göçmen düşmanlığı karşıtı politikayı aynı düzlemde yürütebilmesi gerekiyor. Kitleleri elde tutmak adına göçmen düşmanlığına verilecek taviz, en azından görmezden gelme anlamına gelecek bir tutum ağır sonuçlara yol açacaktır hiç kuşkusuz.
Halk arasında göçmen düşmanlığına varan akıl yürütmelerle açıktan mücadele edilmelidir. Örneğin ücretlerin düşmesinin sorumlusunun Suriyeli göçmenler değil onları karın tokluğuna çalışmak zorunda bırakan patronlar olduğu anlatılmalıdır. Onları en ağır işlerde çalıştırıp sömüren, varlıklarını yerli işçiler üzerinde ücretleri aşağıya çeken bir baskı aracı olarak kullananlar da patronlardır. Yine göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde kiraların artmasının sorumlusu da daha fazla kazanma peşinde koşan ev sahipleridir, başını sokacak bir yer arayan zor durumdaki göçmenler değil.
Bu insanların topraklarından kopup Türkiye’ye gelmesinin sorumluluğu da bütünüyle emperyalist kapitalist sistemdedir. Suriye’yi kısa sürede devirmek amacıyla ellerindeki her araçla iç savaş çıkartan ve büyüten güçler milyonlarca insanın içine düştüğü durumdan birinci dereceden sorumludurlar. Türk devletinin bu noktadaki sorumluluğu da büyüktür. Bütün hesaplarını Esad’ın 2-3 ay gibi bir sürede devrilmesi üzerine kuran AKP, Suriye halklarını perişan eden gelişmelerin baş müsebbiblerindendir.
Türkiye halkları Suriyeli göçmenlerin sorunlarını kendi sorunları olarak görmeli, bu noktada tam bir dayanışma içinde olmalıdır. Suriyeli göçmenlerin önemli bir kısmı bugün AKP’yi bir kurtarıcı olarak görebilirler. Ancak zamanla yaşadıkları sorunların birinci dereceden kaynağının aksine bu parti ve temsili ettiği sermaye güçleri olduğunu anlayacaklardır. Bugün AKP’ye destek veren yoksul kitlelerin anlayacağı gibi.
Bize düşen bıkmadan usanmadan bu gerçekleri propaganda etmek ve sınıf hareketini zehirleyecek göçmen düşmanlığına hiçbir şekilde taviz vermemektir. Irkçılık ve göçmen düşmanlığı çağımızın vebası gibidir. Onun yayıldığı yerde sağlıklı bir gelişme olabilmesi imkansızdır. Tersine ırkçılık ve göçmen düşmanlığı kaçınılmaz olarak faşizmin en temel hareket alanı haline gelecektir. Bu yüzden onunla amansız bir şekilde mücadele etmek en öncelikli görevimiz olmalıdır.
Suriyeli göçmenler ve göçmen düşmanlığı tehlikesi – Ece Beğen
gazeteyolculuk.net
Tanzanya’da da Yüksek Mahkeme 18 yaş altındaki kız ve erkeklerin evlenmesini yasadışı ilan etti. Ülkede önceki yasalara göre, 14 yaşından büyük çocuklar ailelerinin rızası ile evlenebiliyordu.
Çocuk yaşta evliliklerin çok yoğun olduğu iki Afrika ülkesinde, 18 yaş altı evliliklere karşı ağır cezalar getirildi.
Gambiya Cumhurbaşkanı Yahya Jammeh, 18 yaşından küçük kızlarla evlenen kişilerin 20 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacağını açıkladı.
Bayram kutlamaları dolayısıyla konuşan Jammeh, bu tür evlilikleri onaylayan ebeveynler ve imamların da hapis cezası alabileceklerini kaydetti.
UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuk Örgütü) rakamlarına göre Gambiya’da kız çocuklarının yüzde 46’sı 18 yaşın altında evleniyor.
Tanzanya’da da Yüksek Mahkeme 18 yaş altındaki kız ve erkeklerin evlenmesini yasadışı ilan etti. Ülkede önceki yasalara göre, 14 yaşından büyük çocuklar ailelerinin rızası ile evlenebiliyordu.
Ülkede kız çocuklarının yüzde 37’si 18 yaşına gelmeden evleniyor.
Cumhurbaşkanı Jammeh, “Ciddi olup olmadığımı merak ediyorsanız, yarın bir evlenin de görün” dedi.
Geçen yılın Aralık ayında Jammeh, artık İslamda ve modern toplumda yeri olmadığını söyleyerek kadın sünnetini yasaklamış ve yasağı ihlal edenlerin üç yıla kadar hapisle cezalandırılacaklarını söylemişti.
Yine UNICEF rakamlarına göre nüfusu ağırlıkla Müslüman olan Gambiya’da kadınların üçte ikisi sünnet edilmiş.
Avrupaforum.org
Halkın Günlüğü Gazetesi Köşe yazarlarından Aycan Solmaz’ın 125. sayıda yayınlanan yazısını site okurlarımız ile paylaşıyoruz.
Yasa koyucuların, tek bayrak, tek dil, tek din ve tek milliyet anlayışlarıyla, tekçi zihniyetlerin sirayet ettiği toplumlarda ve günümüz dünyasında faşizmin akla zarar-ziyan saldırıları devam ediyor. Nereye baksanız doğanın ve onunla birlikte tüm canlıların var olma çabası artık doğal yaşamın getirdiği zorluklardan ziyade, insan denen varlığın yarattığı yıkımlarla mücadeleye dönüşmüş durumda. Mevcut sistem tarafından görünürlüğü silikleştirilen kadın ve onun üzerinden ezilen toplum gerçekliği önümüzde duruyor. Kimi zaman inceltilmiş eril söylemlerle ama daha çok da kabaca ve göstere göstere yapılan ve dillendirilen anlayışlara karşı koyuş ise kadın cinayetleriyle sonuçlanıyor. Son dönemde Çilem Doğan’ın kendisine şiddet uygulayan eşini öldürmesi ve akabinde verilen 15 yıllık hapis “cezası” yasa koyucuların taraflılığını bir kez daha göstermiştir. Çilem bugün kefaletle serbest kalmıştır ama kendisine yönelik tehditler de devam etmektedir. Bundan sonrasında bu toplumda Çilem’in yaşamını sürdürebilmesi nasıl mümkün olacaktır birlikte göreceğiz, ama tek bildiğimiz kolay olmayacaktır.
Tüm bu saldırılara karşı burjuva yasaların da kadını korumadığı yüzlerce kadın ölümüyle ortada iken, açık alanda mücadele eden kadın örgütlerinin tavır belirlemede ve yaşanan durumu değiştirmede çok belirleyici olamadığını görüyoruz. Kadın özgünlüğünde yaratılmak istenen ve verilmek istenen mesaj iyi okunmasına rağmen pratik karşı duruş ve mücadeleyi büyütmek, sokak ayağını örgütlemek ve anında etkin tavır almada yeterli olunamamaktadır. Burada anlatılandan mücadelenin inkârı anlaşılmamalıdır. Ancak örgütlü ve değiştirici bir ivme kazanma adına edilgen olduğunu görmek gerekiyor. Bu sistem içine sıkışmış çözümler nihai çözüm olarak görülemez. Kadın hareketlerinin an’da yaşanan haksızlıklara karşı yükselttiği talepleri desteklerken hedefi gözden kaçırmamalıyız.
Mesele düzenin değişimi için tüm baskılara karşı direk eyleme girilme meselesidir. Sistemin zoruna karşı zoru kuşanarak savaşın ön cephelerinde öncü kadının devrimle buluşmasıdır. Bu buluşmalar tarihten günümüze hepimizin bilgisi dâhilinde iken, güncelimizde somut halini Rojava’da ve Kuzey Kürdistan’da hendeklerin arkasında savaşan kadınlarda görüyoruz. Tarihimizde öncü kadınlarımızdan Yeter Koç, Perihan Çolak, Aycan Tato, Barbara Anna Kistler ve Berna Ünsal’da görüyoruz. Parti 3. Kongresinin formüle ettiği Sosyalist Halk Savaşı perspektifi ile yaratılan öncü kadının mirasının iyi kavranması bir görev olarak önümüzde duruyor.
Kadını güçlendirecek ve geliştirecek olan, kapitalizmin ve özel mülkiyetin yarattığı gerici ilişkiler ve kültüre karşı savaşın sıcak alanlarında, kendisiyle birlikte toplumu değiştirme cüreti ve feda ruhudur. Sınıfsal baskının gerçekliğini akılda tutarak tüm cephelerde var olma perspektifi ile donanan kadın özgür toplumu yaratabilir. Bugün için elzem olan Sosyalist Halk Savaşı’ndan anladığımızı sadece cephede savaş olarak sınırlandırmadan, toplumsal mücadelenin tüm alanlarında uygulayarak, öğrenip öğreterek yeni toplum ve insanı yaratma bilinciyle ele almaktır. Bütün zorbalıklara karşı kadının devrimci çıkışı tüm bozkırı tutuşturabilir. Ezilen emekçi halklara yönelik yürütülen saldırılara cevap olması adına, kadınlar olarak geleneksel davranış biçimlerimizi devrimcileştirerek kapsamlı bir değişim yaşamamız gerekiyor. Devrimci bir kültürle donanıp her alanda karşı koyuşu örgütlemeliyiz. Partisiyle buluşan kadın ısrarlı ve sürekliliği olan bir mücadele olan SHS ile özgür toplumu yaratacaktır.
AYCAN SOLMAZ
Kaynak: Halkın Günlüğü
LGBTİ hareketi hem politik zeminden yükselen bir hareket hem de bulunduğumuz coğrafyada yaşanan sorunların birbiri ile bağlantısı olduğunu gören bir diyalektiğe sahip. Dolayısıyla demokrasi güçlerinin bileşenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu konumlanış beraberinde saldırıları da getiriyor. LGBTİ hareketin politik konumlanması böyle bir yerde dururken toplumsal muhalefette ise homofobik ve transfobik bir ittifak söz konusu. Bu sebeple LGBTİ’lere yönelen herhangi bir saldırıda toplumsal muhalefeti bir araya getirmek, güçlü bir karşı koyuş sergilemek ise zor bir yerde duruyor
Halkın Günlüğü Gazetesi’nin 125.Sayısında yayınlanan ‘Kamusal Alanın Fethi: Onur Haftası’’ başlıklı makaleyi sitemiz okurlarıile paylaşıyoruz.
7 Haziran seçimleri sonrası yaratılan atmosfer topyekûn bir savaş sürecini beraberinde getirdi. Suruç katliamı ile başlayan bu süreci Amed, Ankara katliamları ve peşi sıra Gever, Sûr, Nisebîn’de yaşanan katliamlar izledi. İktidarın ayrıcalıklı konumunu koruma ve bu konumu daimi hale getirme isteği; şehirlerin abluka altına alındığı, gözaltında kayıpların çoğaldığı, vahşet bodrumlarında yüzlerce insanın yakıldığı, demokratik hak ve taleplerin tümden askıya alındığı, faşist, ırkçı, tekçi anlayışın tüm topluma yayılmaya çalışıldığı, bir arada yaşam umuduna karşılık öfke, kin ve nefretin yayıldığı bir ülke yarattı.
Tek devlet, tek millet, tek din söylemleri eşliğinde işledikleri suçların hesabını vermek istemeyen muktedirler ellerindeki tüm araçlarla şiddetin dozunu arttırmış, toplumsal muhalefeti yok etmek için korku iklimini hâkim hale getirmiştir. Son 1 yılda neredeyse her ay bombalar patlatılmış, ilçeler şehir savaş uçakları ile bombalanmış, ülke açık bir mezarlığa çevrilmiştir.
Tüm bu saldırılarla toplumsal muhalefetin kazandığı mevziler hedef alınarak bir arada durduğumuz alanlar dağıtılmaya çalışılmıştır.
İktidarın başlattığı bu topyekûn savaş genişleyerek içine akademisyenleri, gazetecileri, inanç gruplarını, göçmenleri de alarak palazlanmış, nefret kültürü körüklenmiştir.
Bu saldırıların son örneği ise 7. Trans Onur Haftası ve 14. LGBTİ Onur Haftası’nın örgütlenme sürecinde görüldü. “Ramazan ayı,” “Kutsal aylar,” “İslami hassasiyet,” “İslam’a hakaret” gibi söylemlerle Onur Haftaları manipüle edilmiş, Valilik ve devlet erkânından gelen açıklamalarla yürüyüş yasaklanmıştır.
Sendikaların dahi alan kaybettiği bir dönemde LGBTİ’lerin alan ısrarı toplumsal muhalefet açısından önemli bir yerde durmaktadır. Müslüman Anadolu Gençlik, Alperen Ocakları gibi selefi, paramiliter güçlerin dâhil olduğu, 3 IŞİD çetesinin saldırı hazırlığında yakalandığı, valiliğin yasak koyarak engellemeye çalıştığı iki haftada tarihine yaraşır bir şekilde gerçekleştirildi.
Trans Onur Haftası Komisyonu’nun Valiliğin yasak kararı ile ilgili “Vali’nin kararını tanımıyoruz,” “İzin istemedik ki” minvalindeki açıklamaları Stonewall direnişine yakışan bir noktada dururken LGBTİ Onur Haftası’nın “Yürüyüşü iptal ediyoruz. İstiklal’in ara sokaklarına dağılıyoruz” açıklaması ertesinde bütün Taksim’i direniş alanına çeviren iradesi yaratıcılığın önemini bizlere göstermektedir.
Peki, neden yıllardır müdahale edilmeyen Onur Yürüyüşleri son iki yıldır engelleniyor?
LGBTİ hareketi hem politik zeminden yükselen bir hareket hem de bulunduğumuz coğrafyada yaşanan sorunların birbiri ile bağlantısı olduğunu gören bir diyalektiğe sahip. Dolayısıyla demokrasi güçlerinin bileşenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu konumlanış beraberinde saldırıları da getiriyor. LGBTİ hareketin politik konumlanması böyle bir yerde dururken toplumsal muhalefette ise homofobik ve transfobik bir ittifak söz konusu. Bu sebeple LGBTİ’lere yönelen herhangi bir saldırıda toplumsal muhalefeti bir araya getirmek, güçlü bir karşı koyuş sergilemek ise zor bir yerde duruyor. Nefret cinayetleri, homofobi, transfobi ya da başka herhangi bir konuda duyarlı olduğunu iddia eden politik kitle örgütleri ya eylemlere hiç teşrif etmez ya da bir temsilci yollayarak bu sorumluluğun altından kalkmaya çalışır. Bunun en berrak örneğini Orlando katliamında görüldü. Bazı alternatif hareketler açıklama yapmazken bazıları ise katliamın yöneldiği LGBTİ’leri görmezden geldi. Açıklamalarında bu durumdan bahsetmediler bile. Bu homofobik ve transfobik ittifak dünyanın birçok yerinde aynı hattı izledi. Orlando şahsında bu ittifakın evrenselliğini bir kez daha görmüş olduk.
Tüm bu açık ya da bilinçsiz ittifakların ortasında sisteme kafa tutan, anayasal haklarını kullanmakta hiçbir sakınca görmeyen LGBTİ’ler, Taksim ısrarı ile kurulan bu ablukaya açık cevap oldu. Egemenlerin, cihatçıların ve paramiliter grupların tehdidi karşısında kamusal alanı terk etmeyerek tarihe not düştü. Şimdi sıra toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerinde. Ya homofobi ve transfobi illetiyle yok olup gitmeye ya da hep birlikte özgürleşmeye!
Kaynak: Halkın Günlüğü
Dinci-gerici terör örgütü IŞİD’in elinden kaçmayı başaran Ezidi kadınlar, militanların köle olarak tuttuğu kadınları akıllı telefon uygulaması aracılığıyla sattıklarını ve bir veri tabanı oluşturduklarını anlattı.
IŞİD örgütünün 3 bin kadar Ezidi kadın ve kız çocuğunu rehin tuttuğu belirtiliyor. Örgütün elinden kaçmayı başaran kadınlar ve Ezidi aktivistler, AP haber ajansına verdikleri röportajda örgütün akıllı telefon uygulaması kullandıklarını anlattı.Kaçmayı başaran kadınlar, IŞİD militanlarının köle olarak tutulan kadınların kaçmasını engellemek için bir veri bankası oluşturduklarını ve bu veri bankasında kadınların ve satıldıkları adamların fotoğraflarının bulunduğunu söyledi. Kadınların bu şekilde kaçmaya çalışması önlenirken, yardım eden insan tacirlerinin de militanlar tarafından öldürüldüğü anlatıldı.
IŞİD esaretinden kurtulabilen kadınların, IŞİD militanlarının köle yaptıkları kadınları kendi aralarında satmak için de akıllı telefon uygulaması kullandıklarını anlattıkları belirtiliyor.
Irak’ta binlerce Ezidi kadın ve çocuk 2014 Ağustos ayında IŞİD tarafından rehin alınarak, köle olarak satıldı. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin de aralarında olduğu girişimlerle kadınlar ve çocuklar kurtarılmaya başlanmıştı. “İnsan tacirleri” aracılığıyla her ay en az 134 kadın kurtarılıyorken bu sayının son aylarda 39’a düştüğü belirtildi.
Faşist “TC” Devleti’nin Kuzey Kürdistan’da Kürt ulusuna karşı azgınca yürütmüş olduğu katliam sürecinde yaklaşık kırk günü aşkın süre önce Şırnak kent merkezinde gözaltına alınan ancak gözaltına alındığı reddedilen ve akıbeti belli olmayan(!) DBP Şırnak İl Yöneticisi Hurşit Külter için change.org‘da imza kampanyası başlatıldı.
Şırnak kent merkezinde başlatılan “sokağa çıkma yasağı” ve devlet katliamlarına-saldırılarına karşılık mahallesini terk etmeyerek halkının yanında kalan DBP Şırnak İl Yöneticisi Hurşit Külter’den 27 Mayıs’tan bu yana haber alınamıyor.
Hurşit Külter için yapılan başvurular sonuçsuz kalırken, adli, kolluk ve idari birimler, tanık ifadelerine rağmen gözaltına alınmadığını söylüyor. 43 gündür akıbeti belli olmayan Hurşit için sosyal medya eylemleri başlatılırken, kağıt paraların üzerine ise “Hurşit Külter Nerede?” diye yazıldı.
Son olarak Hurşit için change.org sitesinde insan hakları savunucuları tarafından imza kampanyası başlatıldı.
Başlatılan kampanya metninde şu ifadelere yer verildi:
“İçişleri Bakanlığı’na
Özel Harekatçılara ait BOF @ Twet_Guneydogu adlı sosyal medya hesabından fotoğrafı paylaşılan ve ellerinde olduğu bilgisi duyurulan Hurşit Külter 27 Mayıs 2016 tarihinden bu yana nerede?
Şırnak Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı “böyle bir gözaltı yoktur” açıklaması ile çelişen özel harekatın bu paylaşımı Hurşit Külter’in yaşam hakkının ihlal edildiği ve yargısız infaz edileceğine dair kamuoyunda endişe ve şüpheye sebep olmaktadır. İçişleri Bakanlığı, 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşanan yargısız infazların ve katliamların yenilerinin yaşanmaması ve bu anlayışın meşrulaşmaması için, Hurşit Külter’in nerede olduğunu derhal açıklamalıdır.
Sosyal hukuk devleti ilkesi gereği vatandaşının yaşam hakkını güvence altına almak devletin görevidir.
İçişleri Bakanlığı’nın kamuoyunda endişeye ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklama yaparak konuyu aydınlatmasını bekliyor ve soruyoruz:
HURŞİT KÜLTER NEREDE?”
Kampanyaya destek olmak isteyenler şu adresten ulaşabilir:
HABER MERKEZİ – Almanya’da kadınları taciz ve tecavüze karşı daha etkin korumayı hedefleyen “Hayır, hayır demektir” yasası Federal Parlemento’da kabul edildi.
Tecavüzün yasal tanımını genişleten ve “kurbanların” haklarını artıran yasaya göre, bir olayın taciz olup olmadığı belirlenirken “kurbanların” hem fiziksel hem de sözlü eylemleri dikkate alınacak. Zorla “sahip olmanın” yanı sıra, bir kadının sözlü olarak “Hayır” demesi ya da mimikleriyle ilişki istemediğini göstermesi durumunda yaşanılacaklar da tecavüz olarak kabul edilecek.
Bugüne kadar bir ilişkinin tecavüz olup olmadığına karar verilirken “kurbanın” kendisini aktif olarak korumaya çalışıp çalışmadığına bakılıyordu. Zorla veya tehditle ilişki gerçekleşmişse tecavüz sayılıyordu. Bu nedenle tecavüz gerekçesiyle yapılan şikayetlerin ancak yüzde onu soruşturma makamlarının önüne geliyor, bu sanıkların ise ancak yüzde 8’i cezalandırılabiliyordu.
Almanya’nın Köln kentinde yılbaşı akşamı yaşanan taciz olayları nedeniyle kamuoyunda yasal düzenleme yapılması konusu yoğun olarak tartışılıyordu. Kadın hakları savunucuları “Hayır, hayır demektir” sloganıyla kampanya yürütmüşlerdi.
Yasa, Eyaletler Meclisi tarafından da onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek.
Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjörn Jagland, Almanya’da kabul edilen, ‘Hayır hayır demektir’ yasasından dolayı memnuniyet duyduklarını açıkladı. Jagland, bu sayede Almanya’da kadınlara yönelik cinsel şiddet vakalarının Avrupa normlarına uygun hale getirildiğine dikkat çekti. Jagland, İstanbul Sözleşmesi’nin Avrupa’daki hükümetlere çok daha fazla sorumluluk getirdiğine dikkat çekti. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, sadece fiziksel cinsel şiddet vakalarında değil, ‘kurbanın’ karşı çıktığı halde gerçekleşen tüm cinsel şiddet vakalarının da tecavüz kapsamına alınması yükümlülüğünü getirdiğini ifade etti.
Avrupa’nın kadınları şiddetten korumak amacıyla, kapsamlı önlemler içeren sözleşmesi 2011 Mayıs ayında İstanbul’da imzaya açıldı. Bu nedenle de İstanbul Sözleşmesi adını taşıyor. Sözleşme, gerekli imza sayısına ulaşmasıyla 2014 Ağustos ayında yürürlüğe girdi. Sözleşme, kadına yönelik tüm şiddeti cezaya bağlıyor. Sözleşmeyi imzalayan ülkeler, ‘kurbanları’ korumak ve destek sağlamakla da yükümlü. Aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddete karşı çalışmalar yürüten bir uzman heyeti (GREVIO) sözleşmenin yükümlülüklerinin yerine getirilmesini denetlemekle sorumlu.
Avrupa Konseyi’nin 47 üyesi içinde Ermenistan, Azerbaycan, Lichtenstein ve Rusya hariç tüm ülkeler tarafından imzalandı. 22 ülke anlaşmayı onayladı. 20 Avrupa Konseyi ülkesi ise sözleşmeyi imzalayarak, onayladıklarını açıkladı. Türkiye de anlaşmaya 2011 yılında imza attı ve mecliste onayladı.
Kaynak: DHA, Deutsche Welle
Kadınlar tarih boyunca birçok alanda olduğu gibi felsefe alanında da gölgede bırakılmış ve yaptıkları çalışmalar yok sayılmıştır. Bazı dönemlerde ise bir biçimde bilim ya da düşünce ile uğraşan kadınlar cadılık ve büyücülük yapmakla itham edilmişlerdir. Tüm bunlara rağmen kadınlar düşünce alanında eserler vermişlerdir. İşte biz de tarih boyunca ve günümüzde, felsefe ile uğraşmış ve uğraşmakta olan kadın filozofları sizler için listeledik.
“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece erkeklere göre yorumladılar.Fakat onun insanlık bakımından değiştirilebilmesi kadınca da yorumlanmasını gerektirir.”
Irmtraud MORGNER
Antik Çağ’ın biline ilk kadın filozofu Krotonlu Theano‘udur. M.Ö. 600-550 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Kendisi Pythagoras’ın (Pisagor) eşi, öğrencisi ve ilk takipçilerinden biridir. Matematik, geometri ve felsefe ile uğraşmıştır. Eşinin ölümünün ardından Pythagoras Okulu’nu yönetmiş ve kız öğrencilere ders vermiştir. Theano diğer Pythagorasçılar gibi evrenin sayılardan kurulduğunu öne sürmüş, matematik ve müziğe önem vermiş ayrıca reenkarnasyon öğretisini savunmuştur.
Antik Çağ’da ele alabileceğimiz diğer bir düşünür Miletli Aspasia‘dır. Sokrates’in kendisinden ders aldığı ve felsefe ve retorik bilgisinin çok derin olduğu söylenmektedir. Hem Platon‘un hem de Aristophanes ve Xenophon‘un eserlerinde kendisinden söz edilmektedir.
İskenderiye‘de yaşayan Hypatia felsefe, matematik, geometri ve astronomi eğitimi almıştır. Daha sonra bu alanlarda ders de vermiştir. Bir Pagan olan Hypatia, günümüze kadar ulaşmış olan sayılı kaynaktan biri olan Yunan tarihçi Socrates Scholasticus’un “Historia Ecclesiastica” adlı eserine göre, İskenderiye’nin en önemli iki figürü olan, İskenderiye Valisi Orestes ile İskenderiye piskoposu Cyril arasında anlaşmazlıklara sebebiyet verdiği ve politik işlere karıştığı gerekçesi ile 415 yılında Hristiyan bir çete tarafından taşlanarak öldürülmüştür
Mistitizm akımın önemli temsilcilerinden biri olan Bingenli Hildegard bir azize olmasının yanı sıra 2012 yılında Papa Benedict XVI tarafından “Doctor of the Church” ilan edilmiştir. Bingenli Hildegard’a göre, birçok mistikte de olduğu gibi, Tanrı-insan ve kozmos bir bütündür. Bunu “Scvias” isimli kitabında yazmıştır. Bu eserinin dışında ahlâk üzerine düşüncelerini dile getirdiği “Liber Vintae Meritorum” ve yine insan-kozmos ilişkisini anlattığı “Liber Divinorum Operum” adlı eserleri mevcuttur.
Dominikan rahibe ve mistiktir. Hayatıyla ilgili bilgiler çok sınırlıdır. 7 kitap yazmıştır. “The Flowing Light of Divinity” isimli eseri en bilinenidir.
Bir rahibe, skolastik teolog ve filozof olan Sienalı Katharina bir azize olduğu gibi Katolik inancının 6 koruyucu azizinden biridir. Aynı zamanda Papa 2. Jean Paul tarafından “Doctor of the Church” ilan edilmiştir. “The Dialogue of Divine Providence” isimli yapıtında mistik görüşlerini dile getirmiştir.
Pizan genç yaşta dul kalması ile birçok soyluya kâtip olarak hizmet etmiştir. Düz yazılar ve şiirler kaleme almıştır. Toplamda 30 kitap yazmıştır. “The Book of the City of Ladies” ve “The Treasure of the City of Ladies” isimli yapıtları en önemli çalışmalarıdır.
Mistisizm akımının temsilcilerindendir. “Yalın Ruhun Aynası” isimli eserinde, ruhun tamamen özgür olması gerektiğini savunmuştur. Bu bakımdan kiliseden ve ruhban sınıftan koparak Tanrı ile bireysel bir ilişki kurulması gerektiğini öne sürmüştür. Dinî açıdan sapkınlık suçlaması neticesinde,yakılarak öldürülmüştür.
Yazar ve düşünür Isotta Nogarola, Rönesans‘ın en ünlü kadın hümanisti, düşünürü ve sanatçısıdır. “Adem ve Havva Üzerine Diyalog” isimli eseri günümüze kadar süregelen cinsiyet kimliği ve kadın doğası tartışmalarının kapısını açmıştır.
İyi bir eğitim alan İtalyan filozof Tullia d’Aragona, ünlü “Aşkın Sonsuzluğu Üstüne Diyalog” isimli eserinde Platoncu bir yaklaşım ile sonsuz aşk üzerine düşüncelerini dile getirmiştir.Cadı ve fahişe olduğu gibi “suçlamalar” ile karşı karşıya kalmıştır.
Rönesans dönemini düşünürlerinden Marie Le Jars de Gournay felsefenin yanı sıra fizik, geometri, tarihle de ilgilenmiştir. Montaigne ile tanışması hayatındaki önemli noktalardan biridir. Onunla tanıştıktan sonra düşüncelerini daha özgür biçimde getirme olanağı bulmuştur. “Erkeklerin ve Kadınların Eşitliği Üzerine” kaleme alır ve bu eserinde erkek ve kadının ruhen eşit olduğunu savunur. Dilin önemi üzerine de dikkat çekici araştırmalar yapmıştır.
Mary, bir din adamı olan amcasından aldığı matematik, felsefe dersleri ile kendini geliştirmiş, daha sonra Londra’ya yerleşmiştir. Düşüncesinde Descartes ve Locke’un etkileri hissedilir. Düşüncelerinde kadın haklarına yönelik ilk nüveler görülür: Kadınların iyi bir eğitim alması ve toplumsal hayata katılım göstermeleri gerektiğini savunur.
Mary Wollstonecraft, İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusudur. O zamanlar kadınlara açık olan meslek ya da uğraşların hemen hepsine el atmıştır: Zengin kişilere çeşitli gezi ve etkinliklerinde ücret karşılığı refakat etme, mürebbiyelik, öğretmenlik, okul müdireliği, toplumsal eleştiri ve roman yazarlığı gibi birçok uğraşı olmuştur. Fransızca, Almanca ve İtalyanca öğrenenWollstonecraft genelde tercüme yapmaktaydı. Onu önemli kılan feminizmin ilk sistematik eseri olan “Kadın Haklarının Savunulması“nın yazarı olmasıdır.
Aydınlanma döneminin diğer bir kadın düşünürü Olympe de Gouges’dur. Kadın hakları üzerine ilk kez düşünce üretenlerden biridir. Kilise ve evlilik kurumu üzerine eleştirel düşünceler kaleme almıştır. Toplumsal sorunları gündeme getiren romanlar yazmıştır. “Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirisi” isimli yapıtında kadın-erkek eşitliğini savunmuştur. Düşünceleri yüzünden önce tutuklanmış, ardından giyotin ile idam edilmiştir.
Clara Zetkin Alman Marksist siyaset teorisyeni ve düşünürdür. Kadın hakları savunucusu ve aktivisttir. 1911 yılında “Kadınlar Günü“nü ilk kez düzenleyen kişidir.
Polonya doğumlu Alman marksist politika teorisyeni, filozof ve siyasi aktivist. Düşünür kimliğinin yanında devrimci kimliğiyle de tanınan Luxemburg komünist faaliyetlerinin bedelini trajik biçimde ödemiştir: Ölene kadar dövülmüş ve cesedi nehre atılmıştır.
Fatma Aliye Hanım Türk edebiyatının ilk romancısıdır ve ilk felsefecisi olarak kabul edilmektedir. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa‘nın kızıdır. Edebi yaşantısı 1889 yılında Georges Ohnet‘in “Volonté” adlı romanını “Meram” adıyla çevirmesi ile başladı. Bu romanı “Bir Hanım” imzasıyla yayımlamıştır. 1892 yılında “Muhadarat” adlı ilk romanını kendi adıyla yayımladı. Fikirlerini dile getirdiği başka eserler de kaleme aldı. Günümüzde kullandığımız 50 TL’nin arka yüzünde onun portresi bulunmaktadır.
Dünyaca ünlü filozof Martin Heidegger‘in Marburg Üniversitesi’nde öğrencisi olan Hannah Arendtfelsefe eğitimi almasına ve birçok kişinin kendisini filozof olarak görmesine karşın, o kendini “siyaset kuramcısı” olarak görür. Bir Yahudi olan Arendt, Nazilerden kaçarak, ABD’ye yerleşmiştir. Arendt’in çalışmaları otoriterlik, totalitarizm ve kötülük gibi konular üzerinde yoğunlaşır.
Fransız yazar ve filozof. Roman, felsefe politik ve sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci. En önemli eseri 1949’da yazdığı, kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelemesini yaptığı ve modern feminizmin temellerini kurduğu “İkinci Cins“(Le Deuxième Sexe) sayılabilir.
Yakınlarını siyasi cinayetlerde yitirmiş 28 simge ismin ailesinden oluşan Toplumsal Bellek Platformu, ‘Başka siyasi cinayetler işlenmesin’ diyerek dün gece topluca “Hurşit Külter nerede?” diye sordu.
27 Mayıs tarihinde gözaltına alınan ve nerede olduğu hakkında hiçbir bilgi verilmeyen Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Şırnak İl Yöneticisi Hurşit Külter’den tam 39 gündür haber alınamıyor.
80’li yıllarda faşist darbe sürecinde cezaevlerinde ve karakollardaki işkencelerle başlayan gözaltında kaybetmeler, 90’lı yıllarda bir devlet politikası haline getirilerek 2000’li yıllara kadar sürdü. 1980-2005 yılları arasındaki sürede çeşitli insan hakları örgütlerinin verilerine göre; bin 352 kişi, çoğunluğu OHAL bölgesinde olmak üzere devlet bağlı kurum ve kişiler tarafından gözaltına alındıktan sonra kaybedildi.
Toplumsal Bellek Platformu sordu
‘Meçhul’ sözünün aksine faili belli olan bu zorla kaybetme cinayetlerinin yanı sıra, Türkiye ve Kürdistan’da özellikle 80’li ve 90’lı yıllar arasında çok sayıda siyasi cinayet yaşandı. Yakınlarını siyasi cinayetlerde yitirmiş 28 simge ismin ailesinden oluşan Toplumsal Bellek Platformu dün gece topluca “Hurşit Külter nerede?” diye sordu.
‘Başka siyasi cinayetler işlenmesin’
2 Nisan 1948’te katledilen Sabahattin Ali’den 20 Eylül 1992’de katledilen Musa Anter’e, 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde yakılarak katledilen Metin Altıok’tan 8 Ocak 1996’da dövülerek işkenceyle katledilen Metin Göktepe’ye, yakınları siyasi cinayetlerle katledilmiş aileler, Hurşit Külter’in akıbetini şöyle sordu:
* Alaz Erdost: Mamak Askeri Cezaevinde dövülerek öldürülen İlhan Erdost’un kızıyım. Bu ülkede başka siyasi cinayetler yaşanmaması adına soruyorum: ?#?HurşitKülterNerede??
* Eren Aysan: Yakılarak öldürülen bir şairin, Behçet Aysan’ın kızı olarak ülkede başka siyasi cinayetler yaşanmaması adına soruyorum: #HurşitKülterNerede?
* Zeynep Altıok: Ben Sivas katliamında yakılan şair Metin Altıok’un kızıyım. Siyasi cinayetlerin işlenmemesi adına soruyorum: #HurşitKülterNerede?
* Alev Özgüner: Ben 23 Mayıs 1980’de evinde katledilen Dr. Sevinç Özgüner’in kızıyım. Başka siyasi cinayetler işlenmemesi için soruyorum: #HurşitKülterNerede?
* Filiz Ali: Sabahattin Ali’nin kızı olarak ülkede başka siyasi cinayetler yaşanmaması adına soruyorum: #HurşitKülterNerede?
* Macide Ocak: Gözaltında kaybedilen Hasan Ocak’ın ailesiyiz, yeni bir kayba tahammülümüz yok. Kerime Külter’e ses verin #HurşitKülterNerede?
* Aylin Tekiner: Cenazesine dahi saldırılan bir politikacının, Zeki Tekiner’in kızıyım başka siyasi cinayetler yaşanmasın diye soruyoruz: #HurşitKülterNerede?
* Canan Kaftancıoğlu: ’80 yılında katlettiğiniz TRT prodüktörü, yazar Ümit Kaftancıoğlu ailesi olarak, başka siyasi cinayetler yaşanmasın diye: #HurşitKülterNerede?
* Meryem Göktepe: İşkenceyle katledilen bir gazetecinin, MetinGöktepe’nin ablası olarak başka siyasi cinayetler yaşanmaması için soruyorum: #HurşitKülterNerede?
Türkiye devletine güven duyulmuyor
Hafıza Merkezi’nden derlenen bilgilere göre Türkiye, BM Kişilerin Gözaltında Kayıptan Korumaları ile İlgili Uluslararası Sözleşme’ye çekince koyuyor. Böylelikle, 1980-2005 yılları arasında bin 352 kişiyi gözaltında kaybeden Türkiye devleti, “herhangi bir mağdurun gözaltında kayıpla ilgili gerçekleri bilme, kaybolan kişinin akıbetini öğrenme ve bu konularda bilgi araştırma, alma ve edinme hak ve özgürlüğünü” teyit etmiyor.
Sözleşmeye imza atmayarak Türkiye, Hurşit Külter olayında olduğu gibi ileriki süreçte gerçekleşecek kayıp vakalarıyla ilgili ciddi bir güvensizlik yaratıyor. Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin zorla kaybedilen 257 kişiye ait dosya ve suç duyuruları üzerine yaptığı bir araştırmaya göre, AİHM söz konusu davaların yüzde 78’inde Türkiye’yi mahkûm etti, yüzde 87’sinde ise zorla kaybetme olaylarında Türkiye’yi sorumlu buldu.
Toplumsal Bellek Platformu’ndaki isimler
Sabahattin Ali, Orhan Yavuz, Necdet Bulut, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Sevinç Özgüner, Mehmet Zeki Tekiner, İlhan Erdost, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Musa Anter, Nesimi Çimen, Behçet Aysan, Metin Altıok, Yusuf Ekinci, Yasemin Cebenoyan, Onat Kutlar, Hasan Ocak, Metin Göktepe, Necip Hablemitoğlu ve Hrant Dink’in aileleri.
Kaynak:Jin Haber Ajansı
Tarih; egemen sınıfların katliam, soykırım ve yıkımlarına tanıklık etmeye devam ediyor. Ve tüm bunların karşısında boyun eğmeyen, direnen isyancıların savaşı da sürüyor. Bilinçlerini örgütleyerek, kendisini zincirleyen tüm baskı araçlarını parçalayıp kavgaya tutuşan güzel insanların ellerinden ilerliyor gerçek tarih.
Her direniş kendi rengini de yaratıyor aynı zamanda. Kobane direnişi; kadınların öncüleşmesi ve yaşamda özneleşmesi pratiğini Sevda ve Eylem şahsında bir kez daha anlatıyor bizlere. Sevda Çağdaş ve Eylem Ataş IŞİD barbarlığına karşı savaşta Minbic operasyonunda ölümsüzleşti. Türkiye- Kuzey Kürdistan’da ezilenlerin mücadelesini örgütlerken, Ortadoğu’daki işgal ve katliamlara karşı savaşmayı kendilerine görev sayan devrimcilerden iki yoldaşı daha yitirdik.
Sevda ve Eylem’in ölümsüzleştiği günlerde IŞİD’in İstanbul’da da onlarca sivili katletmesi, onların savaşının anlamını bir kez daha öğretiyor. “T.C”nin de desteğinde tüm Ortadoğu coğrafyasında farklı uluslar ve inançlar üzerinde katliam uygulayan bu gericiliğe karşı savaşan kadınlar, aydınlığı temsil eden birer yıldıza dönüşmüştür.
Bizlere; geleceğe olan inançlarını ve mücadeledeki kararlılıklarını miras bırakan tüm insanları saygıyla anarken, ADKH olarak amaçlarını ve kavgalarını sahipleniyoruz.
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi
2016