ADKH’NİN SÜRDÜRDÜĞÜ KAMPANYA KAPSAMINDA HAMBURG’DA STANT AÇILARAK KAMPANYA TANITIMI YAPILDI VE İMZALAR TOPLANDI.
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi tarafından Avrupa’nın bir çok şehrinde yapılan “Cinsel Sömürüye Sessiz Kalma Diren Mücadele Et!” başlıklı kampanya kapsamında 26 Nisan 2014 Cumartesi günü Paris’te de bir tartışma toplantısı gerçekleştirildi. Paris Dersim Kültür Merkezinde yapılan toplantı ölümsüzleşen kadın devrimciler şahsında saygı duruşu ile başladı. Ardından ADKH’nın kampanya için hazırladığı sinevizyon gösterimi ilgiyle izlendi.
ADKH temsilcisi ilk sözü alarak kampanyanın genel içeriğini ve neden böyle bir kampanyanın gerekli olduğunu anlattı. Temsilci yaptığı konuşmada “ …bugün dünya üzerinde gelişmekte olan bir sektör haline dönüşen beden sömürüsünün ve bu bağlamda bir meta olarak pazara sunulan kadın, çocuk,erkek ve LGBTT bireylerin yaşadıkları bir bütün olarak egemenlerin politikaları sonucu her geçen gün daha da katmerleşerek devam ediyor. Çocukların küçük yaşta uğradıkları tecavüzler veya aileleri tarafından satılmaları sonucu bu ortama düşmeleri, kadınların yine aile içinde eşleri veya diğer aile bireyleri tarafından uğradıkları şiddet sonucu ve yine LGBTT bireylerin cinsel yönelimlerinden dolayı “zorunlu seks işçiliği”ni seçmeleri bize bu sistemin toplumun değişmesine katkı sunanacak tüm dinamikleri nasıl etkisiz hale getirdiğini, geleneksel ahlak ve namus algısıyla buralarda bedenlerini satmak zorunda kalan insanları nasıl ötekileştirdiğini ve hiç bir şekilde can güvenliklerini sağlamayarak yine şiddete maruz bırakarak ölümlerine nasıl sebep olduğunu göstermektedir.” dedi. İstatistiki bilgilerle devam eden konuşmada bu kampanya içersinde aynı zamanda kullanılan bazı kavramlara (seks işçiliği, seks köleliği, fuhuş) dair de açıklama yapan temsilci bu kavramları tartışmaya açtıklarını ve bu kampanya sonrasında da bu tartışmayı sürdüreceklerini söyledi.
Toplantının ikinci bölümün de ise katılımcılar söz alarak görüşlerini belirttiler. Görüşler içersinde öne cıkan noktalar;
-bugün kadın hareketleri olarak bu duruma düşürülen insanlara alternatif olamadığımız için onların hak alma mücadelelerini desteklemek zorundayız.
-Seks işçiliği kavramı doğrudur çünkü bu insanlar burdan yola çıkarak en azından örgütlenip daha güçlü bir mücadele sergiliyorlar.
-LGBTT’nin açılımının yapılması bile bizim bu konularda ne kadar bilgisiz olduğumuzu gösteriyor. LGBTT bireyler görüş açısından ileri bir yerde duruyorlar biz bile onlardan geriyiz.
-Çocuklarımız bizim yetiştirmemizle şekilleniyor ve bundan dolayı biz kadınla önce kendi içimizdeki egemenliği kırmalıyız.
Toparlamanın yapıldığı son bölümde ise ADKH temsilcisi yaptığı konuşmada tüm bu görüşlerin pratik yaşamda gerçekliğini bulması için örgütlenmenin çok büyük önem taşıdığını ve bu noktada da kadınların öne çıkmasının yanısıra erkeklerinde bu konuda bilinçlenmeleri gerektiği ve bugüne kadar öğretilen gerici değer yargıları, ahlak, namus ve tabularından kurtularak bu mücadeleye katılmaları gerektiğine vurgu yaparak toplantı sonlandırıldı.
PARİS’TE TARTIŞMA TOPLANTISI YAPILDI
Günümüz toplumsal sistemleri ve ondan bağımsız olmayan toplumsal algıları ile birlikte LGBTT bireylere yönelik, onların temel hakları noktasında iki yönlü bir yaklaşım içerisinde bulunmaktadırlar. Kimi ülkeler bireylerin biyolojik cinsiyetinden ötesini tanımayıp, bireylerin kendini tanımladıkları cinsiyet kimliğini yok saymaktadır. Kimi ülkeler de ise LGBTT li bireyler yasal olarak tanınıp cinsiyet kimliklerine yönelik ayrımcılık nefret suçları altında anayasalarında yer almasına karşın, pratik yaşamda LGBTT bireyler birçok alanda ayrımcılığa, psikolojik, fiziksel şiddete uğramaktadırlar. Kimi ülkelerde ise istenmeyen biyolojik cinsiyet kimliğinden kendi istedikleri cinsiyet kimliğine geçmek için uygulanan hormon tedavileri ve ameliyatlar finansal olarak sağlık sigortalarınca karşılanmamakta ve bu durum maddi sıkıntılı olanların kendi fiziksel görünüşleriyle barışık olmayan bir yaşam sürerek ağır depresyonlara, intiharlara kadar sürüklemektedir. Yine bu koşullar trans bireylerin ekonomik sıkıntılarını gidermeleri için zorunlu olarak beden ticaretine ‘’ zorunlu seks işçiliği’’ yapmalarına neden oluyor. Toplumda ötekinin de ötekisi durumuna düşürülen bireyler olarak şiddetin her biçimini yaşamak zorunda kalıyor. Bu sonuçların hiçbiri bireysel olarak algılanmamalı. Bu yaşatılanlar toplumsal baskının bir sonucudur. Yerleşik ahlak anlayışı, erkeği yücelten, ilk doğan çocuğun erkek olması gerektiğini dikte ederken bir erkeğin kadınsı davranışlarını ya da trans kadınları erkekliği aşağılanmış görmekte ve ataerkillik uzantısı olarak nefret suçlarına yönelmektedir, öyle ki bu nefret suçları bazen bir kardeş, bazen de baba tarafından işlenebilmektedir. Yaşamın her alanından tecrit edilen LGBTT bireyler hapishanelerde de tecrit içinde tecrit dayatmasına maruz bırakılıyorlar. Bu anlayışı yasal düzenleme ile meşrulaştırılıyor.
LGBTT bireylerin kendi yaşamlarını tehdit altında olduğu yerleri bırakıp gittikleri bazı ülkelerde de iltica statüsü tanınmamaktadır. Sığınma talepleri reddedilen bu bireyler aynı ‘kaderi’ Avrupa ülkelerinde yasamaya devam ediyor. En ‘rahat’ iş buldukları alan yine beden satışı oluyor.
Toplumda kutsanmış ataerkillik ve heteroseksüellik kadınları, çocukları zayıf kılıp çok yönlü bir bastırma ve şiddet çemberine alıyor. Bu çemberin içinde olup görmezden geldiğimiz diğer kesim ise LGBTT bireylerdir. Geçtiğimiz günlerde yine bir trans cinayeti yaşandı. Toplumun ötekileri devlet şiddetine maruz kalmaya devam ediyor. Devlet ve iktidar tarafından geliştirilen ayrımcılık politikaları medya ve din ile derinleştirilen ötekileştirme farklı olana yasama şansının tanınmaması tek tek bireylerin değil bir sistemin sorunudur. Bu katliamlara karşı „hepimiz LGBTT liyiz“ demediğimiz sürece ortak olmuş olacağız. Toplumsal ahlak ya da baskı sonucu yaşanan her cinayet politiktir. Toplumdaki politik cinayetleri durdurmak için, ötekiyi yıkıp özne olmak için gücümüzü örgütleyelim..
Daha fazla dayanışma için LGBTT kurumlarını sahiplenelim. Bizlere düşen görev öncelikle kendi örgütlerimizde var olan ataerkilliğe trans fobisine savaş açıp LGBTT haklarını savunup, demokratik haklar mücadelemizi sürdürmek, toplumu heteroseksüellik zorunluluğuna koyan algı ile savaşıp insanı merkeze alan kültür devrimine şimdiden başlamaktır. Algıları ve yargıları değiştirmenin tamda zamanı…
Trans Cinayetlerini Durduralım!
AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ/ Nisan 2014
Arkadaşı, trans Çağla Joker’in ölümü ardından neler yaşadıklarını anlattı: Polis ve ambulans görevlileri arkadaşımızın cenazesine bile dokunmadı. Biz taşıdık arkadaşımızı…
İstanbul, Beyoğlu’nda dün gece yaşanan silahlı saldırıda bir trans kadın yaralanırken, 21 yaşındaki trans Çağla (Joker) hayatını kaybetti. Arkadaşı Joker’in öldürülmesi ardından neler yaşadıklarını anlatan Didem, polis ve ambulans görevlilerinin cenazeye dokunmak istemediğini ve Joker’i kendilerinin taşıdıklarını söyledi. Didem, “Gözlerini bile kapatmadılar. Biz kapattık. Ailenin ne yapacağı ise belli değil. Kabul etmezlerse arkadaşımızın cenazesini biz üstlenmek isteyeceğiz ama devlet bize vermeyebilir” dedi. Joker’in öldürülmesini protesto etmek için bugün saat 20.00’de Galatasaray Üniversitesi’nin önünde toplanılacak.
Çağla Joker’in arkadaşı Didem ile konuşan Yıldız Tar‘ın KaosGL.org’da yayımlanan haberinin ilgili bölümü şöyle:
Didem, civardaki başka transların silah sesi duyduklarını ve iki kişinin koşarak apartmandan uzaklaştıklarını belirtti. Didem “Önce bıçak çekmişler Joker’e. Nalan’ı yardıma çağırmış. O sırada silah çekip Joker’i göğsünden vuruyorlar. Cama çıkıp yardım istiyor. O arada katiller İstiklal Caddesi’ne doğru koşarak uzaklaşıyor” dedi.
Didem, olayın ardından yaşananları “Polis geldi ve hiçbir şey yapmadı. Biraz ortalığa baktı. Doğru dürüst soru bile sormadı. Ambulans ise arkadaşımızı taşımak istemedi. Apartmandan aşağıya kadar arkadaşımızı biz taşıdık” şeklinde anlattı.
Cenazeyi kendilerinin taşımak zorunda kaldıklarını aktaran Didem, “Gözlerini bile kapatmadılar. Biz kapattık. Ailenin ne yapacağı ise belli değil. Kabul etmezlerse arkadaşımızın cenazesini biz üstlenmek isteyeceğiz ama devlet bize vermeyebilir” dedi. Aile cenazeye sahip çıkmaz ve cenazeyi arkadaşlarının kaldırmasına izin verilmezse Joker, Kimsesizler Mezarlığı’na defnedilecek.
Didem birkaç gün önce de Ömer Hayyam Durağı’nda silahlı saldırı olduğunu söyleyerek, Translar arasındaki dayanışmayla saldırıları önleyebileceklerini söyledi. Kendisi de transfobik nefret saldırısına maruz kalan Didem, polisin ilgisizliğini ve saldırganların cezasız kalmasını eleştirdi.
Daracık Sokak’taki eylemde, “Trans cinayetleri politiktir” pankartı açıldı. Eylemde yapılan basın açıklamasında nefret saldırılarının her geçen gün artarak devam ettiği vurgulandı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“İktidar sahipleri, egemenler, efendiler! Tüm yasal düzenleme çağrılarımıza kulak tıkayanlar, bizi üçüncü sayfalardan, yandaş medyanın taraflı haberlerinden tanıyanlar! Ardı ardına yaşanan bu cinayetlerin ne anlama geldiğini biliyoruz.
Katledilen arkadaşımız Joker’in cenazesine dahi dokunmayan, olay yerinde bulunan arkadaşlarımıza cenazeyi taşıtan bu zihniyeti yok etme kararlılığımız devam ediyor. Genel ahlak kurallarınız ile hayatlarımızı cehenneme çevirirken; bizler o cehennemin içinde zihniyetlerinizi yok edeceğiz!
Korunaklı saraylarınızı toplumun tüm ötekileri ile birlikte yerle bir edeceğiz. Katlettiğiniz Dora’yla, Nükhet’le, Joker’le geleceğiz!”
Not: Bu haber T24 Bağımsız İnternet Gazetesi’nden alınmıştır.
Burjuvazinin ezilenlere yönelik cezalandırma saldırısı ilk olarak 1596 yılında Amsterdam’da uygulanmıştır. Bu saldırı süreç içinde ‘’Flaman modeli’’ olarak adlandırılmıştır.
Emperyalistler ve işbirlikçileri emeğin ve doğanın sömürüsü üzerine kurdukları cennetlerini korumak için devrimci ve yurtseverlere saldırmakta, tutuklamakta ve idama varan ağır cezalar vermektedir. Başta ABD emperyalizmi beraberinde batılı emperyalistler olmak üzere egemenler, kendileri açısından büyük bir tehlike arz eden sosyalizmin önünü kesmek için, tüm dünyadaki başta sınıfsal mücadele devamın da ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı saldırılarını artırmış, gerçekleştirdikleri katliamların yanı sıra, işgal ettikleri yerlerdeki hapishanelerinde bulunan devrimci ve yurtsever tutsaklar üzerinde de bir dizi deneyler gerçekleştiriyorlar. ABD’nin Ira’daki Ebu Garip Hapishanesi ve Guantanamo hapishaneleri bu duruma örnektir. Öncelikle ABD emperyalizmi tarafından 1950 yılında Kore hapishanelerinde bulunan tutsaklar üzerinde uygulanan tecrit ve tredman politikaları, bugün daha da geliştirilerek dünyada yaygın bir biçimde uygulanmaktadır. Almanya’da 1970’li yıllarda RAF militanlarına, İngiltere’de, 1980 yılarının başında İRA militanlarına yönelik katı bir biçimde uygulanırken, Türkiye’de tecrit saldırısı direnişler sonucu engellenmiş ancak. 2000 senesinde 19 Aralık Hapishaneler Katliamı ile F tipleri ülkemiz hapishanelerine uyarlanmıştır. Uygulamanın özü politik tutsakları birbirinden ve toplumdan izole etme, dirençlerinde zayıflama sağlama, itaate zorlama, kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme ve sonunda teslim almayı hedefleyen çok geniş ve kapsamlı bir projeden ibarettir.
Ülkemiz hapishanelerinde uzun ve onurlu direnişlere çokça şahit olduk. Özellikle 12 Eylül Darbesi sonrası ülke açık bir hapishaneye dönüştürülürken başta Diyarbakır zindanları olmak üzere birçok hapishanede devrimci muhalefet ölümlerle, işkencelerle tekrardan sınandı. Hapishanelerin en karanlık dönemi sayılabilecek bu dönemde tutsaklar açlık grevleri, ölüm oruçları ve fiili direnişlerle başkaldırı geleneğini sürdürerek coğrafyamızda hapishaneler tarihinin önemli mihenk taşlarından olmuştur. 1989 Eskişehir-Aydın, 19 Eylül 1995 Buca Katliamı, 1996 Diyarbakır katliamı, 4 Ocak 1996 Ümraniye Katliamı, 1996 Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu direnişi, 26 Eylül 1999 Ulucanlar ve 19 aralık 2000 katliamı biçiminde ülke devrimci hareketi imha edilmek istenmiştir. Bugün de, gazete dağıtmak, bir mayısa katılmak, basın açıklamaların da yer almak gibi en doğal ve yasal haklar suç olarak ele alınıp yüzlerce yıllık hapis cezaları ile sonuçlandırılmakta.
Ağırlaştırılmış müebbet hükümlülerine uygulanan ağır tecrit devam ediyor. Tutsakların kaldıkları hücrelerin içini de görecek biçimde havalandırmalara kameralar yerleştirilmekte, onur kırıcı yaptırımlara karşı her türlü direniş disiplin cezalarıyla ve infaz yakma uygulamalarıyla karşılanmakta ve tedavi hakları engellenen tutsaklar ölüme mahkum edilmektedir. Böylece uygulamada kaldırılan idam cezası sürece yayılarak uygulanmaktadır! Hapishanelerde 202’si ağır 620 hasta tutsak bulunmakta. Adalet Bakanlığı’nın verdiği bilgiye göre 2000-2013 yılları arasında hapishanelerde toplam 2.304 kişi yaşamını yitirdi. F tipi tecrit politikalarının genel etkilerinin yanı sıra kadın, LGBTİ ve çocuklar için tecrit gerçekliği bir dizi ekstra saldırıları da gündeme getirmektedir. Kadın, çocuk ve LGBTİ tutsaklar tacizden tecavüze, işkenceye kadar birçok saldırı biçimine maruz kalmaktadır.
İlk başta da söylediğimiz gibi, hapishanelere yönelik bu saldırılar sadece ülke özgülünde yaşanmamakta, tüm dünyada özellikle de muhalif, devrimci, komünist, ilerici tutsaklar benzer uygulamalara maruz kalmaktadır. Bu nedenle enternasyonal dayanışma, ortak mücadele hattı hapishaneler konusunda da vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Deneyimlerimizi paylaşabileceğimiz, ortak mücadeleyi örgütleyebileceğimiz bir zemine ihtiyacımız olduğu açıktır. Bu anlamda ulusalar arası delegelerin katılımı ile 26-27 Nisan tarihlerinde yapılacak olan sempozyuma tüm halkımızı davet ediyoruz.
Türkiye/İstanbul’da gerçekleştirilecek olan sempozyumun gündemleri
Yer: Petrol-İş / Tarih: 26-27 Nisan 2014
1.Gün Saat:10:3o
1. oturum: Ülke hapishaneleri raporları / Tecrit ve izolasyonun tutsaklar üzerindeki etkileri Saat: 11:00
Yemek arası Saat:13:00-14:00
1.Gün 2. Oturum: Ülke hapishaneleri raporları / Tecrit ve izolasyonun tutsaklar üzerindeki etkileri Saat:14:00
2.Gün 1. Oturum: Kadın,LGBTİ, çocuk ve hapishaneler. Saat:10:00-12:00
2.Gün 2. Oturum Uluslararası İnfaz Sistemleri ve Hukuk. Saat: 12:15-14:00
Yemek arası: 14:00-15:30
2.Gün 3. Oturum: Ulusal ve uluslararası ortak bir çalışma grubunun oluşturulması Saat:15:30-
Sonuç bildirgesi.
Örgütleyici kurumlar: ESP(Ezilenlerin Sosyalist Partisi), DHF (Demokratik Haklar federasyonu), Partizan, SKM(Sosyalsit Kadın Meclisi), SGDF(Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu), YDK(Yeni Demokrat Kadın), DDSB(Devrimci Demokrat Sendikal Birlik) PŞTA(Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri),DGH(Demokratik Gençlik Hareketi,YDAB(Yeni Demokrasi Aileleri Birliği), DKH(Demokratik Kadın Hareekti),ATİK (Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu), UPOTUDAK, ATİF, ATİGF, HTİF, İTİF, YDG(Yeni Demokratik Geçlik)Yeni-Kadın,ADHK(Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu), ADHF (Almanya), İDHF, FDHF, Londra-YÇKM, ADHF (Avusturya), ADKH (Avrupa Demokratik Kadın Hareketi), ADGH (Avrupa Demokratik Gençlik Hareketi),Alınteri, Devrimci Proleterya (Yaşanacak Dünya),Aveg-Kon (Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu),AÖTDK (Avrupa Özgür Tutsaklarla Dayanışma Komitesi) AGIF (Almanya Göçmen İşçiler Federasyonu),ACTIT (Paris Türkiyeli Göçmen İşçiler Kültür Derneği),IGIF (İsviçre Göçmen İşçiler Federasyonu),GİK-DER (Londra Göçmen İşçiler Kültür Derneği), VEK-SAV (Hollanda Vardiya Enternasyonal Kültür ve Sanat Vakfı)VARDIYA, Avusturya Göçmen İşçiler İnisiyatifi,EGA-BİR (Edinburg Göçmen Aileler Birliği),BGK (Belçika Göçmenler Kolektifi),SKB (Sosyalist Kadın Birliği), YS (Young Struggie),
Destekleyenler:
FEKAR (Kürt Kültür Dernekleri Federasyonu), Bir- Kar İsviçre,Proleter Devrimci Duruş İsviçre,(Türkiye) Siyaset Gazetesi İsviçre, ADDBF(Avrupa Demokratik Dersim Birlikleri Federasyonu) TUAD(Tutuklu Aileleri ile Dayanışma Derneği), DİSK limter-iş, CİS,Ceza infaz sisteminde sivil toplum Derneği
Devrimci demokrat yurtsever tutsaklara özgürlük“
ALP’LERDEN MUNZUR’A UZANAN ENTERNASYONAL PROLETERYANIN KADINI BARBARA…
Barbara Anna Kistler, 1955 yılında İsviçre’nin Zürih kentinde bir işçi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kısa bir okul dönemi geçirdikten sonra genç yaşlardan itibaren çalışmaya başladı. Yoksul semtlerinde temizlik, servis ve yardımcı işlerde çalışıyor; yoksullarla iç içe yaşıyor ve emeğin sömürüsünü bizzat kendi yaşamından öğreniyordu. 16 yaşından itibaren de siyasete ilgi duymaya başladı.
Burjuva demokrasisinin toz pembe görüntüsünün arkasında yatan adaletsizliğin, eşitsizliğin, yabancılaşmanın, sömürünün gerçekliğini görüyor ve bu onu sisteme karşı mücadele edenlere yakınlaştırıyordu. Baskı ve sömürüye olan tepkisi geliştikçe, tüm bunlara karşı mücadele etmenin, tek tek bireylerin karşı koyuşuyla sağlanamayacağını, sistemi değiştirmek için örgütlü mücadele yürütmek gerektiğini bilince çıkarıyordu. Otonomik bir örgütlenme olan Republıc Bunker’e yakınlık duyuyor ve onun çeşitli faaliyetlerinde yer alıyordu. Daha 17 yaşında polis tarafından komünleri basıldığında, kapitalizmin demokrasi aldatmacasının gerçekliğini fark ediyor, 3 haftalık tutuklanma döneminden, ezilenlerin haklı mücadelesine daha kararlılıkla, cüretle sarılarak çıkıyordu.
İsviçre’deki guruplar içersinde en yakın ilişkisi; KGI (Komite Gegen Isalation- İzalasyona Karşı Komite) ile oluyor. Aynı zamanda Marlen grubu ile de yakın ilişkiler kuruyor. Bu gurup içersindeki en önemli çalışmaları, hareket içersindeki feminist düşünceleri Marksist-Leninist düşüncelerle değiştirip dönüştürmek, kadın mücadelesini sınıf mücadelesi anlayışıyla yürütmeye dönük oluyor. Nitekim bu konuda yaptığı çalışmalardan olumlu sonuçlar alıyor ve bu gurup bugün Proleter Devrimci Hareket bütünselliği içersinde yer alıyor.
Devrime daha yararlı olabilmek için sağlıklı ve sportif bir fiziğe sahip olmak gerektiğini düşünürdü ve ona göre yaşardı. Çok yönlü bir kişiliğe sahipti. Dört dil biliyordu ve bildikleriyle yetinmeyerek sürekli yeni bir şey öğrenmeye çalışıyordu. Çevresinde bıraktığı ilk izlenimler alçakgönüllülüğü ve sabrıydı. Çok konuşmaktan ziyade çevresini gözlemlemeyi tercih ederdi. Bunu şöyle açıklıyordu; “İyi gözlemci çevresini iyi kontrol ettiğinden dış dünya ile ilişkilerinde daha az hata yapar. Ayrıca yaşamımız bunu gerektiriyor, biz dünyayı değiştirmek için yola çıkan insanlarız. Bunu yaşamımızın her alanında pratiğe geçirmeliyiz. İyi gözlem, sağlam bilgi sahibi olmayı ve onu doğru değerlendirmeyi beraberinde getirir.”
1980 Sonrası Ülkemizdeki Devrimcilerle Tanışması
Barbara, 12 Eylül 1980’de ülkemizde yapılan askeri faşist darbe sonrasında Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan devrimcilerle tanışma olanağına sahip oldu. Bu tanışmayı 1992’de Yeni Demokrasi dergisi ile yaptığı bir röportajda şöyle anlatıyor: “ 1980 sonrasında Avrupa’ya sığınan devrimcilerle eylem birlikteliklerinde ve enternasyonal yürüyüşlerde tanıştım. Avrupa’da, Türkiye’de varolan varolmayan bütün siyasi görüşler bulunur. Çeşitli örgütleri savunan arkadaşlarla tanıştım. Sonuçta TKP-ML’nin düşüncelerinin en doğru olduğunu gördüm ve özellikle eylem birlikteliklerinde Partizanları en yakın ittifak olarak gördüm. İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarını okuduğumda çok etkilendim. Bu genç komünist önderin kısa yaşam sürecinde neler yaratabildiğine büyük bir hayranlık ve saygı ile baktım.
…TKP-ML’nin herşeyden önce bilimsel olarak doğru olduğunu anladım ve çeşitli milliyetlerden Türkiye halkını gerçek kurtuluşa götürecek tek proleter parti diye, güvendim. Türkiye’de TKP-ML önderliğinde yükselen devrimci mücadele dünyadaki ezilen halklara ve enternasyonal proleteryaya umut veriyor. Beni de bu umutlandırdı. TKP-ML’nin siyasi ve ideolojik önderliğinde kendi siyasi kimliğimide sağlamlaştırabildim.”
isviçre’de doğan bu mücadeleye tutkun yüreği, Dersim dağlarına taşıyan bilinç, O’nun bu ifadelerinde somutlaşıyordu. Barbara’ya en çok sorulan soru olmuştu, Onun neden Türkiye’ye gelip mücadeleye burada devam ettiği. O’nunsa yanıtı hep açık ve netti. “Devrimin ve devrimcilerin vatanı yoktur, istediği her yerde mücadeleye devam ederler. Ben enternasyonal bir devrimciyim dünya ezilen halklarının kardeşliğini ve birliğini savunurum.” O’na Avrupa’ya dönmek isteyip istemediğini soranlara ise ısrarla karşı çıkıyordu ve dönmek istemeyişinin nedenini tamamen politik bir tercih olduğunu vurguluyordu. O, bir yandan darbe sonrası ülkemizdeki ağır yaşam koşulları ve devlet baskısı nedeniyle mücadeleyi bırakan, yurt dışına kaçanlara; bu gibi baskılar karşısında yılmadan ısrarla mücadelele etmek gerektiğini kendi yaşam pratiğiyle göstermek istiyor. Bir yandan da ezen ezilen çelişkilerinin çok derin olduğu, dünya devrim mücadelesinin fırtına merkezlerinden biri olan ülkemizdeki mücadeleye aktif katkı sunarak buradaki mücadelenin yükselmesinin önemini gözler önüne sermeye çalışıyordu.
Hapisane Süreci
19 Mayıs 1995’de yapılan Hasanpaşa* katliamının hemen ardında başlıyor Barbara’nın hapisane yaşamı. Faaliyette henüz yeni olduğu ve devletin gözaltı sonrasında uygulayacağı ağır işkenceler nedeniyle yoldaşlarının, çözülmesinden duyduğu tedirginlik, O’nun 15 gün işkencede gösterdiği direnişiyle boşa çıkıyor ve Barbara kararlılığın, ısrarın ve direngenliğin simgesi oluyor. Kısa sürede hapisanedeki çeşitli örgütlerden dostlarıyla yakın ilişkiler kuruyor ve burada da herkese açık kişiliği ve yüksek moraliyle sevilen biri haline geliyor. Kendini ön plana çıkartmaktan hoşlanmadığı da arkadaşlarına ve ailesine verdiği şu yanıtlarda açıkça belli oluyor: “Özellikle İsviçre’de benim tutuklanmamla ilgili bir şey yapılacaksa benim öne çıkarılmamdan çok, Türkiye’deki işkencenin (özellikle her gün yüzlerce insanın işkencelerden geçirildiği, hatta işkencedeki ölüm olaylarının gündeme getirilmesinin çok daha önemli olduğunu) ve yine çok önemli olan anti-terör yasası öne çıkarılsın.” Barbara, kendi aile çevresine de mücadelsini doğru bir temelde anlatabilmeyi başarmış olaki, ölümsüzleşmesinin ardından annesi bir röportajda O’nun için şu sözleri ifade ediyor: “Şu an Barbara bana o kadar yakın ve hatta O’nu şöyle derken duyar gibiyim. Benim ölümümden bahsetme ama Türkiye’deki binlerce ölü veren Kürdistan’daki mücadeleden bahset. Tüm dünyadaki devrimci mücadelerden bahset.”
Mahkemede ise savunmasıyla kendisini yargılamak isteyen gerici güçlere adeta meydan okuyor. Burjuva basın, devrimcilerin anti-propagandasını yapabilecekleri bir ortamın çıkabilmesi ümidiyle mahkeme koridorlarını dolduruyor. Büyük bir iştahla ağlayan, sızlayan, kandırılan(!), mağdur bir kadın görüntüsü ile karşılaşmayı bekliyorlar. Ancak O, proleteryanın sarsılmaz bilinci ve direnciyle hem mücadelesinin haklılığını ve meşruluğunu savunuyor hem de burjuva basının kendisi hakkında ortaya attığı spekülasyonları eleştiriyordu ve savunmasını şu sözlerle bitiriyordu:
“Sonuç olarak emperyalizme, faşizme ve tüm dünya gericiliğine karşı mücadelede halkların devrim davasına yardımcı olabildiysem bundan ancak gurur duyarım. Bu nedenden dolayı beni yargılamak size düşmez, beni yargılayacak tek güç enternasyonal proleteryadır. Yaşasın Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi! Yaşasın Proleterya Enternasyonalizmi!”
En Büyük Tutkusu: Munzur Dağları
7 aylık hapisane sürecinin ardından tahliye oldu. Tahliyesi sırasında yoldaşlarıyla, dostlarıyla vedalaşırken; “Dağlarda hepinize savaşacak bir mevzi hazırlayacağız. Sizleri bekliyorum” diyerek bundan sonra mücadelenin hangi alanında savaşacağını da böylelikle söylemiş oluyordu. Ta en başında, Türkiye’ye gelişinde de aynı istek yatıyordu zaten. Dediğini yaptı ve İsviçre’nin Barbara’sı, artık Munzur dağlarında Kinem olarak devrimin en zorlu yollarından birinde sürdürüyordu ısrarlı yürüyüşünü. Bu alanda da sıcak yaklaşımı, samimiyeti, içtenliği ve disipliniyle bölge halkının ve yoldaşlarının ilgisini, sevgisini kazandı. “Ben sosyalizm için yaşıyorum” diyordu her defasında. Hayatı boyuncada bu amaçla yaşadı.
Tıpkı,Kanada Komünist Partisi üyesi Norman Betune’yi** İspanya ve Çin’e taşıyan enternasyonal bilinçte olduğu gibi, Barbara’da ülkemiz halklarının kurtuluşu için İsviçre’den Türkiye’ye geldi. 1993 yılının Ocak ayında, Pülümür’de devlet güçleriyle girdikleri çatışmadan sonra, dondurucu soğuğa rağmen Zel Dağını aşarak evlere ulaşabildiler. Ancak bölge halkının özverili, yoğun çabalarına rağmen donma sonucu durumu ciddileşti ve 5 yoldaşıyla birlikte o da ölümsüzleşti.
Kadının Kurtuluşuna Dair
Kadın sorununun, dünyanın farklı bölgelerinde toplumsal yapıların farklılığı itibariyle çeşitli yönlerden farklılıklar taşıdığını söylüyordu Barbara, “Hem kapitalist ülkelerde hem de emperyalizme bağlı ülkelerde kadınların sınıfsal sömürünün yanında cins baskısınada maruz kaldığını belirtiyordu. O’na göre kapitalist toplumda kadınlar, ekonomik bağımsızlığını kazanmışlardır, ancak modern köle olarak yaşamakta ve burjuvazinin çizdiği bir özgürlüğe sahip olabilmektedir. Yani sahte bir özgürlüktür bu. Üretimdeki iş yanında, ev ve çocuk sorumluluğu da tamamen kadının omuzlarındadır. Belli kesimler görece daha rahat yaşasa da genel olarak kadınların eşitliğinden bahsetmek mümkün değildir. Toplumdaki yabancılaşma ve yozlaşma en çok kadınları etkilemektedir. Kadınlar daha çocuk yaşta tacize, tecavüze maruz kalmaktadır. Tüketim toplumunda tüketilip atılacak bir meta gibi algılanmaktadır.
Yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde ise kadınlar, kapitalist ülkelere kıyasla çok daha kötü şartlar altında yaşamaktadır. Emperyalizmin baskı ve sömürüsü feodalizmin baskısı ile birleşmiş durumdadır. Kadınlar genç yaşta ve zorla parayı verene bir mal gibi satılıyor. Ailesinin kendisi adına verdiği kararlara göre bir yaşamı oluyor. Yoğun şiddete maruz kalıyor.”
Barbara, dünya genelinde yaşanan kadın sorunlarına ilişkin bu gibi benzerlikleri, farklılıkları koyuyor. Kadın sorunu hususunda feministlerin yaklaşımını ise şu şekilde değerlendiriyor; “Kadının ezilmesi feministlerin söylediği gibi erkek şövenizminden kaynaklanmaz. Kadının ezilmesi, sınıfsal, ulusal, feodal baskının yanında tüm bunlara ek olarak gerçekleşiyor. Feminizm burjuva, reformist bir akım olarak kadınların üzerindeki cins baskısı üzerinden kadının öfkesinin burjuvaziye kanalize edilmesini engelliyor. Bunun yerine emekçiler arasında bir çatışma körüklüyor ve kadın ile erkek omuz omuza proleterya saflarında, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için mücadele verirken, eşitliğin temelini koymayı engelliyor. Devrimci hareket içindeki kadınların durumu buraya göre çok daha ileri.”
Dünyanın her yerinde farklı biçimlerde ortaya çıkan kadına yönelik çifte sömürüye karşı fırsat bulduğu her alanda kadınları daha bilinçli olmaya ve sınıf mücadelesini yükseltmeye çağırıyordu.
1992 yılında İstanbul’da 8 Mart şenliğinde yaptığı bir konuşmasında kadınları sınıfsız toplumu yaratma mücadelesine şu sözleriyle çağırıyordu:
“Kadın ile erkek omuz omuza yeni ve güzel bir dünya için savaşarak, bu mücadele içinde özgürce yaşamayı öğrenebilir ve insanları yeni topluma hazırlayıp eğitebiliriz. Ama bilmeliyiz ki gerçek kurtuluş patron-ağa devleti yıkılmadan ve halk iktidarı kurulmadan önce ne emekçi kadın ne de emekçi erkek özgürce ve eşitlik içinde yaşayamaz. Emperyalizmin yıkılmadığı süre içinde sınıfsal, ulusal ve cinsel baskı ortadan kalkmayacak. Kadınların da erkeklerinde kurtuluşunun tek yolu devrimle sağlanır.
Biz bu dünyanın ve insanların yarısını oluşturuyoruz. Ezilen emekçi kadınlar olarak emperyalizm tarafından oluşturulan zincir halkalarından kurtulana kadar tarihin omuzlarımıza yüklediği, kendimizi ve insanları özgürleştirme görevini devrimlerle sürdürmek zorundayız.”
Yüreği dünyanın her neresinde olursa olsun ezilenlerden yana atan; devrim mücadelesinin ısrarcı, bilinçli, direngen, enternasyonal kadınıydı Barbara
“Emperyalist zincirin en ince halkasından koparılması gerçeğine uygun olarak, mücadelenin boyutlandığı ülkelerin ML karakterlerine destek vermeyi enternasyonal bir görev olarak görüyorum. Komünizm öldü çığlıklarının atıldığı bu süreçte bu görev bir kat daha artmıştır.” diyordu Barbara. Tamda Komünizm öldü çığlıklarının bugün daha da artırıldığı şu süreçte görevlerimiz bir kat daha artmıştır. Barbara’nın tüm dünyayı kucaklayan coşkun, enternasyonal bilinciyle bu görevin bugün bizlerin omuzlarından yükseleceği unutulmamalıdır.
DİPNOTLAR:
*3713 sayılı yasanın geçmesiyle birlikte işkenceciler hakkında dava açılamayacağı, tutuklanamayacağı ve yargılanamayacağı devlet tarafından açıkça onaylanmıştı. Bunun hemen arkasında İstanbul Hasanpaşa’da İsmail Oral ve Hatice Dilek devletin kolluk güçlerince infaz edilmişti.
**Ünlü Cerrah Norman Bethune, Alman ve İtalyan faşist haydutları 1936’da İspanya’yı işgal ettiğinde cepheye gitti ve anti-faşist İtalya halkı için çalıştı. Japonya’ya karşı direnme savaşında Çin halkına yardım etmek için bir tıp ekibinin başında Çin’e geldi ve 1938 ilkbaharında Yenan’a vardı. Hemen ardından Şensi-Cahar-Hopey sınır bölgesine gitti. Kurtarılmış bölgelerin ordusuna ve halkına iki yıl kadar hizmet etti. Yaralı askerleri ameliyat ederken kan zehirlenmesinden 12 Kasım 1939’da Hopey eyaletindeki Vangsien’de öldü.
*** Şiir Grup Munzur
NOT: Bu yazı Demokratik Kadın Hareketi Bülteni 5. Sayısından alınmıştır.
“Barbara’nın göğsünde Dicle kanıyor, Alp’lerden Munzur’a Barbara uzanıyor…”***