Toplumsal bir sorun olarak önümüzde duran kadın sorunu, erkek egemen sistemin kadına biçtiği toplumsal cinsiyet rolleri ile katmerleşerek daha da zor hale geliyor. Eril zihniyetin kadını hedef alan cinsiyetçi söylemleri, kadın bedeni üzerindeki tahakkümü, din ve ahlak üzerinden erkek devlet anlayışının gerici politikaları kadının emeğini, bedenini ve kimliğini yok saymaktadır. Ezen ve ezilen sınıf çelişkisini düşündüğümüzde kadının toplumsal yaşamdaki kurtuluş mücadelesi kaçınılmaz bir yerde durmaktadır. Sınıf örgütlenmeleri içerisinde kadın mücadelesi önemli bir mevzi kazanırken erkek egemen anlayış sınıf örgütlerin içerisinde baş göstermektedir. Kadının özne olması esas olanken tek başına yeterli olmamakta. Dilimize pelesenk ettiğimiz gibi kadın sorunu diyerek burjuva yaklaşımlarla işin içinden çıkmak kolaycılığın ta kendisidir. Bugün toplumsal anlayışın kadın sorunu kavramı tam da buradan kendini var etmektedir. Sorun kadının sorunu değil erkek egemen ideolojinin sorunudur. Bu sorunun çözümü ise sınıfların ortadan kalkmasıyla var olacaktır. Sınıf hareketlerinin kadın mücadelesine yönelik perspektifleri ileri bir yerde dururken, pratikte kadın mücadelesine olan yaklaşımımız kendini zayıflatan bir yerde durmaktadır. Erkek egemen sistemin feodal erk anlayışı maalesef örgütlerin içerisinde kendini var etmektedir. Kadınlar sistem içerisinde mücadele ederken bir de bağlı bulundukları kurum içerisinde erkek anlayışla mücadele etmekte. Bu anlayışı değiştirmek için örgütsel ve ideolojik temelde mücadeleler vermek esas olmalıdır. Aksi söylem ve tavırlar mücadeleyi boşa çıkaran bir yerde durur. Kadının mücadelesinin esas alınması doğru noktadan kavranılması ile olacaktır. Siyasal programımızın önemli bir parçası olan kadın mücadelesi, asla ertelenemez bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Perspektifimiz kadınların özgürleşmesi, öncüleşebilmesi için özgün özerk örgütlenmeler üzerinden şekillenmelidir. Özgün politikalar belirlenmeli, siyasal kampanyalar düzenlenmeli, eril anlayışın hâkim olduğu her alanda hiçbir kaygı taşımadan tartışma yürüterek bu anlayışlar mahkûm edilmeli. Çünkü birbirimizi ancak doğru yol, yöntem ve metotla ilerletebiliriz. Siyasal perspektifimiz doğrultusunda her bir süreç bizler cephesinden doğru okunmalı. Zihinlerimizin berrak olması gerek… Kadın mücadelesinde önemli görev ve sorumluluklarımız var. Bu sorumluluklarla kadınların her alanda eşit temsiliyet, pozitif ayrımcılık, kadın kotası gibi uygulamalarla en önde yer almaları gerekiyor. Kadın bilincini kuşanarak erkek egemen sistemin kadın üzerindeki gerici politikalarına karşı mücadele edilmesinin yaşamsallığı gibi, kendi içimizdeki erk anlayışa karşı da mücadeledeki kararlılığımız, ısrarımız biz kadınlar cephesinden sonuna kadar sürecektir. O yüzdendir ki kadının özgürlük mücadelesinde bulunduğumuz her alanda öncüleşmek, özgürleşmek ve örgütlenmek bizler açısından kaçınılmaz zorunluluktur. Bu zorunluluktan hareketle “Kadınlar Yönetime Kadınlar İktidara” şiarını yeniden ve yeniden ısrarla daha ileri mevzilere taşımalıyız. Unutmayalım, kadının kurtuluş mücadelesi insanlığın kurtuluş mücadelesiyle olacaktır.
AYCAN SOLMAZ/ Halkın Günlüğü
Ovacıklı kadınlar, ektikleri ürünlerle hem yerli tohum elde ediyor hem de kapitalist modernitenin bireyselleştiren yaşamına karşı kolektif ruhu açığa çıkarıyor
HABER MERKEZİ (10.05.2016) – Ovacıklı kadınlar, ektikleri ürünlerle hem yerli tohum elde ediyor hem de kapitalist modernitenin bireyselleştiren yaşamına karşı kolektif ruhu açığa çıkarıyor.
Sanayileşmeyle birlikte tarım sektöründe insan emeğine olan ihtiyaç azalırken, GDO’lu ürünler sağlığı tehdit eden önemli unsurlardan biri haline geldi. Dersim’in Ovacık ilçesinde kadınlar, insan emeğinin yok sayıldığı ve yaşamı tehdit eden sanayi ürünlerden korunmak ve kolektif yaşamı tekrar inşa etmek için kendi tarlalarında birlikte çalışıyor. Kadınlar, tarlada sebze ekerek hem yerli tohum elde ediyor hem de hasatlarında kışlık ihtiyaçlarını karşılıyor. Ovacık’ta kadınların kurdukları kolektif yaşamı anlatan Demokratik Kadın Hareketi (DKH) faaliyetçisi Nurvan Dinler,”Yerli tohumumuzda amacımız biyolojisini bildiğimiz tohumlardır. Çünkü dışarıda aldığımız tohumun içeriğini bilmiyoruz. Yavaş yavaş ektiğimiz patatesin yerlileşmesini hedefliyoruz” dedi.
‘Amacımız yerli tohum elde etmek’
Aldıkları tarlada daha çok yerli tohum elde etiklerini belirten Nurvan “Bu dönem daha çok yerli tohum elde etmek için ekin yaptık. Herhangi bir ilaç kullanılmadan kimyasal olmadan tohum elde etmeye çalıştık. Suni gübre kullanmadan kendi tohumumuzu üretmeyi amaçladık. Ekolojik tohum elde ettik. Yerli tohumumuzda amacımız biyolojisini bildiğimiz tohumlardır. Çünkü dışarıda aldığımız tohumun içeriğini bilmiyoruz. Yavaş yavaş ektiğimiz patatesin yerlileşmesini hedefliyoruz. Zaten birkaç ekinden sonra tohum yerlileşir” diye konuştu.
‘Birlikte iş yapma kültürü gelişti’
Nurvan çalışmalarının ekoloji ve kadın endeksli olduğunu belirterek, kadının ekonomideki yerini öne çıkarmayı amaçladıklarını dile getirdi. Verimli toprakları değerlendirdiklerini vurgulayan Nurvan, “Ekolojik bir adım atarak bununla beraber patates ekimine başladık. Onun dışında bahçe üretimini yaptık. Birlikte iş yapma kültürünü geliştirmek aynı zamanda kadının ekonomik ayağını güçlendirmek için başladık. Bu çalışmamız bize ön ayak oldu. Kadınlar kışlık ihtiyaçlarını karşıladı. Hedefimize kısmen de olsa ulaştık” diye belirtti.
‘İlk etapta toplum olumsuz bakmıştı’
İlk tarım çalışmalarını dile getirdiklerinde toplum tarafından pek ilgi odağı olmadığını fakat buna rağmen çalışmalarını yürüttüklerini söyleyen Nurvan,”Tarlamız çok büyük değil, 3 dönümlük bir arazi. 300 ton patates elde ettik. 7 kadın arasında bölüştürdük. Kışın burada herkesin 3 torba patatese ihtiyacı oluyor. İhtiyaç sahibi kadınlara da verdik. İlk çağrımızı yaptığımızda herkes çok olumsuz bakmıştı. Vücut bulamayacağını zannetmişlerdi. İlçemizdeki kadın çalışmalarında hep kadın emeği sömürülmüş. Bu yüzden ilk etapta güven sorunu yaşadık. Sonrasında başladığımızda ürünün hasadını aldığımızda kadınlarda yeniden bir güven duygusu oluştu. Sonraki dönemde bizde size katılmak istiyoruz diye talepler geldi” dedi.
‘Değerlerimiz için kapitalist sistemle savaşıyoruz’
Kapitalist sisteminin girdiği her yerde yaşamın talan edildiğini ama buna karşı daha geniş çaplı üretimleri olacağını, ürünleri çeşitlendireceklerini vurgulayan Nurvan son olarak şunları söyledi: “Kadınlar en azında kendi ürettiklerini hem tüketecek hem de satacak ve kendi ekonomisini sağlamış olacak. İnsanların bireyselleştiği ve toplumsallaşma kültürünün yok olduğu bu dönemde, tekrar bu ağı oluşturarak birlikte bir komün oluşturmaktır amacımız. Kapitalizmin elinin değdiği her yerde her şey talan olup yok oluyor. Bizde bu temelde bu değerlerimizin yok olmaması için çalışmalar yürütüyoruz.”
JINHA
Haber takibi yaptığı sırada ‘heyecanlı’ denilerek gözaltına alınan ve tutuklanan JİNHA muhabiri Beritan Canözer hakkında 1 yıl 3 ay hapis “cezası” verildi
HABER MERKEZİ (10.05.2016) – Haber takibi yaptığı sırada ‘heyecanlı’ denilerek gözaltına alınan ve tutuklanan JİNHA muhabiri Beritan Canözer hakkında 1 yıl 3 ay hapis “cezası” verildi.
16 Aralık 2015’te Amed’de haber takibi yaptığı sırada özel harekatçılarca gözaltına alınan ve tutuklanan ardından 29 Mart’ta serbest bırakılan Canözer’e, “örgüt propagandası” iddiasıyla 1 yıl 3 ay hapis “cezası” verilmesine karar verdi. Hükmün açıklanmasını geriye bırakan mahkeme, ayrıca Beritan hakkında 5 yıl denetimli serbestlik kararı verdi.
Jin Haber Ajansı’ndan (JİNHA) Zêrîn Kurtay ve Rabîa Eto’nun haberine göre, Kobanê Kantonu’nda erken yaşta evlilikler, berdel ve çok eşlilik yasaklandı. Yasaların eğitim yoluyla yaygınlaştırılacağı ve mahalle meclisleriyle topluma ulaştırılacağı belirtildi.
‘YASALARIN İYİ ANLAŞILMASI İÇİN EĞİTİM VERMEMİZ GEREK’
Kanton Yönetimi’nden Emîne Bekîr kadın yasalarının temel esaslarına göre demokratik özerk toplumu inşa çalışmalarına devam ettiklerini söyledi. Konuşmasına özgürlük mücadelesinde yaşamını yitiren kadınları anarak başlayan Rûken Ehmet de şöyle konuştu: “Yasaların iyi anlaşılması için eğitimlere ağırlık vermemiz gerekiyor. 5 bin yıldır erkek egemen zihniyetine göre oluşturulan bir toplumun değişimi ancak eğitimle gerçekleşir. Savaştan dolayı yaşanan göç de çalışmalarımıza etki etti. Ama bu çalışmalarımızın durduğu anlamına gelmiyor. Aldığımız kararlara göre bundan sonra toplumun bütün bölümlerinde eğitim çalışmaları devam edecek. Mahalle meclisleriyle tüm topluma ulaşacağız. Mahalle meclislerinin güçleri oranında hareket edip kadın sorunlarını çözmeleri gerekir. Her yönetim kadınlar ve halk tarafından seçildi, bu sorumlulukla kalkıp güç alarak çalışmalara katılmaları gerekir.”
Ensar Vakfı olayını hepimiz başından beri takip ettik, süreci az çok biliyoruz. Bu olay ve arkasından su yüzüne çıkarılan çocuklara yönelik cinsel şiddet olayları kadına yönelik şiddet olaylarından da nefret suçlarından da bağımsız ele alınamaz aslında. Şunu tekrar gördük ki Özgecan Aslan olayında veya Bağdat Caddesi’nde cinsel saldırıya uğrayan genç kadının olayında tanık olduğumuz ‘cinsel saldırı karşısında muhafazakâr söylemlere başvurma’ tutumu işe yaramıyor. Muhafazakârların en güçlü olduğu yerlerde, en önemli kurumlarında cinsel şiddet suçu zaten örgütlü bir biçimde işleniyor. Evet bu bir suç ve evet örgütlü olarak işleniyor. Başından beri de olayın bu iki yönünü görmememiz için çabalıyorlar. Öncelikle saldırganın söylemlerinde bunu gördük, kendisi suçu üstlendiğinde “küçüklüğünden beri erkeklere karşı cinsel ilgi duyduğunu” belirtti. Böylece erkek egemen söylemin çok karşılaştığımız bir klişesini de yeniden üretti: Cinsel şiddetin cinsel ilişki gibi gösterilmesi. Çocuklara yönelik cinsel şiddeti sanki eşcinsellikmiş gibi göstermeye çalışan saldırgan sonradan bu ifadesinden de dönerek bunun kendisine sadece bir süre hastanede kalarak cezadan kurtulması için verilen bir akıl olduğunu belirtti. Sonrası malum, korunması gereken çocuklarken kurumlar korunmaya ve aklanmaya çalışıldı. Biz bunları görünce ne yazık ki şaşırmadık. Çünkü Pozantı olayı hâlâ aklımızda, çünkü bugün de tecavüz gibi bir savaş suçunun işlenmekte olduğunu biliyoruz. Cinsel şiddeti bir işkence yöntemi olarak bizzat kullanan devletin de kendi ‘iç grubuna’ dahi farklı davranmayacağını tahmin edebilirdik.
Ben konuyu buradan itibaren farklı bir açıdan ele almak istiyorum. Pozantı’yı tekrar hatırlayalım. Cinsel saldırıya uğrayan çocukların her biri kendisinin değil arkadaşının saldırıya uğradığını söylemiş, olay böylelikle ortaya çıkmıştı. Bu çocuklar ‘taciz’, ‘tecavüz’ gibi ifadeleri kullanmaktan dahi kaçınmışlardı. Konunun uzmanlarıysa geleneksel toplum içinde erkek çocuklarının cinsel saldırıyı ifade etmelerinin zorluğuna değinmişlerdi. Şu soruları soralım: Davalar sonuçlanıp kötüler cezalandırıldığında, beş yüz yıl beş bin yıl hapis cezası verildiğinde mutlu sona ulaşıyor muyuz? Saldırıya uğrayan çocukların o ‘geleneksel toplum’ içinde yaşamlarına nasıl devam ettiği sadece birkaç psikiyatristi mi ilgilendiriyor? Geleneksel toplum olarak aslında hepimiz bu süreçten sorumlu değil miyiz? Kendimizi istediğimiz kadar ‘ilerici’ olarak görelim, o geleneksel toplumu birlikte oluşturuyoruz. Kullandığımız dil bunu ele veriyor. Irz kelimesinin iffet, namus anlamına geldiğini bildiğimiz halde ‘ırza geçmek’ diyoruz. Cinsel saldırıya uğramayı namusla ilişkilendiriyoruz. Popüler kültürde, televizyon dizilerinde hala ‘bedenine zorla sahip olma’ kullanımıyla karşılaşıyoruz. Cinsel saldırıda bulunan kişi, saldırdığı kişinin bedenine geçici de olsa sahip değildir. Bedensel ve ruhsal bütünlüğüne zarar vermiş demektir. Cinsel şiddet cinsel şiddettir ve bu haliyle yeterince ağırdır. Bunu ifade etmek olayı küçümsemek değildir. Aksine olayı namusa zarar gelmesi, erkekliğin zedelenmesi haline getirmek yaşanan travmayı ağırlaştırarak suça ortak olmak demektir. Bir diğer örnek de haberler sunulurken kullanılan görseller. Sürekli eleştiri geldiği hâlde karanlığın içinden uzanan bir el, yüzünü utançla örtmüş kız çocuğu resimleri kullanılıyor. Bunlar saldırıya uğrayanla ilgili ‘geleceği elinden alınmış, hayatı mahvolmuş’ algısı yaratıyor ve destekleyici değil güçsüzleştirici bir tavır sergileniyor. Bunların kullanılış amacı saldırganın yaşadığı zor durumla ilgili insanlarda merhamet uyandırmaksa hatırlatalım: Ensar Vakfı Başkanı da olayı duyan eşinin ağladığını söyleyerek ne kadar merhametli olduklarını bize göstermişti. Halbuki istediğimiz merhamet değil adalet.
Gördüğümüz gibi geleneksel, muhafazakâr bakış açısı işimize yaramıyor. Çocuklara, kadınlara, lgbtlere, yaşlılara vaya hayvanlara karşı her türden şiddetin politik olduğunu kabul edip ona göre tavır almamız ve özeleştirimizi de yapmamız lazım. Tacize tecavüze ne kadar karşı olduğumuzu söylememiz yetmiyor. Tacizcinin de yaptığı eylemi taciz olarak görmediğini, toplumun normlarına dayanarak kendini haklı gördüğünü sürekli hatırlamamız gerekli. Her şiddet ve istismar olayında saldırıya uğrayanın yanlışlarını aramaktan, olayı istisna gibi görüp kendimizi rahatlatmaktan ve saldırganları marjinalleştirmekten vazgeçmeliyiz. O saldırganlar bu toplumun ‘normal’ insanları çünkü toplumun erkek egemen-heteroseksist normlarının kendisi sorunlu. Ensar Vakfı olayında da saldırganın marjinalleştirilerek olayın kapatılması çabası görüşümüzü destekliyor zaten. Bu noktada da feminizme, lgbt hareketine ve erkek egemen sistemin, eril devletin ezdiği tüm azınlıkların haklarını savunan bir dile ve siyasete ne kadar ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor. Konuyu saptırmadan, gerçekten ezilenlerin hakkını savunmak ancak böyle bir yaklaşımla mümkün olabilir çünkü.
ZEYNEP UZUMÇEKER
demokratikkadınhareketi.com
‘’Erkeğin iktidarı her yerde, kadının direnişi her yerde’’ şiarıyla başlattıkları kampanyanın önemine dikkat çeken Demokratik Kadın Hareketi Eş Sözcüsü Gülden Coşkun, kadın mücadelesi arttıkça devletin kadın düşmanlığının da artığına dikkat çekerek, tüm kadınları örgütlenmeye ve daha fazla söz söylemeye çağırdı.
Demokratik Kadın Hareketi (DKH), “Erkeğin iktidarı her yerde, kadının direnişi her yerde” şiarıyla 4 Nisan tarihinde başlattığı kampanya ile ilgili bilgi verdi. Kadın mücadelesinin ileri bir düzeye ulaştığını, buna karşın kadın özgülük mücadelesine yönelik saldırıların da arttığını belirten DKH Eş Sözcüsü Gülden Coşkun, tüm kadınları direnişi büyütmeye çağırdı. DKH olarak kadınları örgütlemeyi amaç edindiklerini söyleyen Gülden, “Kampanyayı da bu amaç doğrultusunda oluşturduk. Kampanyamızın şiarı, ‘Erkeğin iktidarı her yerde kadının direnişi her yerde.’ Kampanyanın içeriğini, örgütlenmeye duyulan bu ihtiyaç oluşturuyor. Bugün Türkiye Kuzey Kürdistan coğrafyasına baktığımızda kadının mücadelesinin çok ileri düzeyde olduğu bir süreçteyiz. Özellikle bu alanlarda kadınları sokağa dökebilmek, mücadele alanlarına götürebilmek belli boyutuyla bazen zorlaşabiliyor” şeklinde konuştu. Bu noktada kadınların yaşam alanlarına girmeden, kadınları mücadeleye çekemeyeceklerini belirten Gülden, kampanyanın temel hatlarını bu şekilde açıkladı.
‘Eril dil cinsel saldırılar ve öz savunma üzerine atölyeler’
Eril dil, cinsel saldırılar, üniversitelerdeki cinsiyetçi eğitim ve öz savunma üzerine atölye çalışmaları, paneller ve seminerler gerçekleştireceklerini kaydeden Gülden, atölyelerinin bu alandaki çalışmalarla sınırlı olmayacağını kadınların kendi üretimleri olan keçe veya çanta yapımı ile ilgili atölyeler de açacaklarına da belirtti. Kadınlarla ortaklaşa gerçekleştirecekleri sokak tiyatrolarına ilişkin olarak Gülden, “Kadın mücadelesine değinebileceğimiz sokak tiyatroları da örgütlüyoruz” dedi. Kürdistan’da yaşanan savaşta özellikle kadınların hedef alındığını hatırlatan Gülden, Kürdistan’da yaşanan savaşa ilişkin alt şiarlar oluşturacaklarını ifade etti.
‘Kadınlara yönelik saldırılar tesadüf değil sistematiktir’
Göçmenlik ile ilgili çalışmalarını, “Zorunlu göç ve kadın” konulu panel ile 24 Nisan’da İstanbul’da hayata geçireceklerini dile getiren Gülden, “Kürdistan’da da, kadın kooperatifleri ve ilçeler olarak özelde Dersim üzerinden yürüttüğümüz çalışmalar başladı. Belediyelerle yapacağımız çalışmalar, kadın odalarının açılması ve danışmanlık üzerine kurulacak” şeklinde dile getirdi. Rojava’da yaşan savaştan sonra kadın mücadelesinin özsavunma üzerinden yürütüldüğüne dikkat çeken Gülden, “Bugün kadınlar üzerinde uygulanan saldırılar, katliamlar tesadüf değil sistematiktir. Kadın mücadelesi arttıkça devletin kadın düşmanlığı da artmaktadır” açıklamalarında bulundu.
‘Örgütlenme özgürleşmeyi getirecek’
Ülkenin batısında katledilen kadınların devrimci, sosyalist, yurtsever kadınlar olduğu gibi yine devletin cinsiyetçi söylemleri üzerinden kadınların katledildiğini dile getiren Gülden, “Kadın katliamları ‘saygın tutum’, ‘iyi hal’ indirimleriyle meşrulaştırılıyor. Kadının kahkahasından giyimine kadar yapılan açıklamalarla yaratılan algı ile kadını toplum içinde linçe maruz bırakıyor. Erkek algısı ve ideolojisiyle şekillenen bir kadın profili çiziyorlar. Bu profile uymayanlara ise saldırılar, katliamlar yapılıyor” şeklinde kaydetti.
‘Mücadele yükseltilmeli’
Bu saldırılara karşı kadınlara ulaşarak mücadelenin yükseltilmesi gerektiği vurgusu yapan Gülfidan, devletin kadına karşı yaşamını her alanında açmış olduğu bu topyekûn savaşa, kadınların topyekûn direnişle cevap olması gerektiğinin altını çizdi. Örgütlenmenin önemine dikkat çeken Gülden son olarak, “Örgütlenme beraberinde özgürleşmeyi getirecektir. Kadınları alanlara çıkmaya davet ediyoruz. Daha fazla söz söylemeye çağırıyoruz” dedi.
ALINTI: JİNHA
Kadınların sanat alanında bir obje olmaktan çok özne olma fikri ile kurulan Alamor Kadın Grubu, müziği asla mücadeleden ayrı düşünmediklerini ifade ederek, siyasetten sanata toplumun her alanında mevcut eril tahakküme karşı müziklerini icra ediyor.
Kadınların sanat alanında bir obje olmaktan çok özne olma fikri ile 2013 yılında kurulan Alamor Kadın Grubu, Okmeydanı Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nde müzik faaliyetlerini sürdürüyor. Grup, ismini kadın mücadelesinin sembol renklerinden olan al ve morun birleşmesinden almış. Türkçe, Kürtçe, İspanyolca, İngilizce, Arapça, Ermenice dillerinde şarkılar söyleyen Alamor Kadın Grubu’nun kendi müzikal çalışmaları dışında aynı zamanda kadınlar ile birlikte yapılan atölye çalışmaları da var.
‘Sanat alanında kadın farkındalığı yaratmak adına yola çıktık’
Toplumun her kesiminde sanattan siyasete eril bir tahakküm olduğunu söyleyen Alamor Kadın Grubu üyesi Nilüfer Akdağ, “Bu gerçeklikle kadın, erkeğin belirlediği o dünyada kendine biçilen rolle erkeğin onu tanımladığı bir dünya içerisinde yaşamaya mahkum edildi. Kadınlar sanat alanında her şeyden önce en çok icra ettikleri sanatın objesi konumunda. Kadınlar, erkeklerin kendilerine bıraktığı alanlarda müzik ya da sanat yapma, yine erkeklerin tanımladığı biçimleriyle sanat icra etme durumunda. Biz de kadın olarak sanat alanında kadın farkındalığı yaratmak adına yola çıktık” dedi.
‘Toplumsal roller kendisini sanatta da gösteriyor’
Müziğin yaşama karşı bir duruş olduğunu kaydeden Akdağ, kendi yaptıkları müzikle de kadınların acılarını, üzüntülerini, güçlü duruş ve sevinçlerini dile getirme amacını taşıdıklarını söyledi. “Erkekler kendilerine ait bir hayat belirleyebiliyorken kadınlar için bu böyle değil. Sanat alanında da bu durum böyle. Örneğin bir erkek evlendiği zaman müziği bırakmaz, ama kadınlar evlendiği zaman kendi hayatından kendi sevdiği şeylerden vazgeçebiliyor. Çünkü kadınlar erkeğin kendisi için kurguladığı yaşama bıraktığı boşlukta kendisini var edebildiği bir durum içerisine itiliyor” diyen Akdağ , toplumsal roller ile kadına yüklenilen rol ve sorumlulukların kendisini sanatta da gösterdiğini ifade etti.
‘Müziği asla mücadeleden ayrı düşünmüyoruz’
Kendi yaşamlarına sahip çıkmak ve dayanışmak amacıyla bir arada kadın grubu kurduklarını söyleyen Alamor üyesi Gülçin Özer ise, müzik yapmanın politik bir eylem olduğunu belirtti. Kadınların bir araya gelerek dayanışma göstermelerini ise erkeklerin ve erk zihniyetin olmadığı bir alanda beraber üretim yapabilmenin ve özgürce fikirlerin tartışabilmenin başlı başına bir mücadele olduğunu ifade eden Özer, şunları söyledi: “Kolektif mücadeleyi kadın olma bilincini, iktidarı yok etmeye çalışırken tabi bir anlamda müzik yaparak ilerlemeye çalıştık. Kendimizi ses ya da enstrüman noktasında geliştirmeye çalıştık. Kadın sanat cephesinden protez müziği estetik ile birleştirip veriyoruz. Müziği asla mücadeleden ayrı düşünmüyoruz. Kadının birey olabilmesi özgürleşmesi devlet ve erk şiddetine karşı bir safta durabilmesi bizim için en önemli yerde duruyor.”
‘Kadınları sınıflandırmıyoruz’
Yaptıkları atölye çalışmalarına ilişkin bilgi veren Alamor üyelerinden Buket Şimşek de, yapılan atölye çalışmaları ile hem Alamor’un beslendiğini hem de kadınların özneleşmesine katkı sunduklarını söyledi. Şimşek, Aslında bütün çalışmalarımızın içinde bir varlık mücadelesi var. Atölyede her yaştan kadınlar mevcut. Kadınları sınıflandırmıyoruz. Var olanları ise şekillendirmiyoruz, ne abla diyor ne anne diyoruz. Orada hepsine olmak istedikleri gibi davranıyoruz. Yani bir gitar çalana gitarist, bir şarkı söyleyene de solist diyoruz” dedi.
ALINTI: DİHA