Erkek egemen sistem ezilenler üzerindeki baskılarını arttırdıkça, farklı kesimlerden ezilenlerin mücadele yöntemleri de aynı oranda çeşitlenmekte ve giderek daha iyi bir şekilde örgütlenmektedir. Coğrafyamızda ve dünyada ezilmenin farklı şekilleri ile karşı karşıya kalan kadınların mücadele alanları her geçen gün AKP iktidarı tarafından sekteye uğratılmaya çalışılmakta ve kadının sokaklarda mücadele ederek kazandığı haklar ellerinden alınmak istenmekte böylece kadınları dört duvar arasına hapsetme politikalarının zemini son dönemlerde yaygınlaştırılan yasalar ile oluşturulmaktadır. Cinsel istismara maruz kalan çocuklarımızın tecavüzcüleri ile evlendirilmeleri doğrultusunda yasalar yürürlüğe girerken, tacavüz eden ve katleden iyi hal indirimi, saygın tutum indirimi gibi indirimler alarak cinsel istismar ve pedofili normalleştirilmeye çalışılıyor, kadın cinayetlerinin önü açılıyor. Hukuksal haklarımızın olmadığı coğrafyamızda Çilem Doğan’ın hapishanelerden dışardaki kadınlara seslenmesi bu nedenle tüm kadınlar için umut olmuştur. Öz savunma yapan bir kadın olarak, Çilem’in özgürlük talebi kadın aktivistler tarafından dillendirilmeye başlanmış Çilem tüm sokak eylemlerinde pankartlarıyla sloganlarıyla mücadelenin en ön saflarına taşınmıştır. Geçtiğimiz günlerde ise tutuklu bulunan Çilem Doğan’ın kefalet ile serbest bırakılması devrimci, demokrat çevrelerce coşkuyla karşılanmış ve kadınlar bir kez daha Çilem’in mücadelesini sokağa taşıyarak erkek adaletin elinden alınan Çilem’in özgürlüğünü kutlamışlardır. Çünkü bir kez daha örgütlü kadın mücadelemiz kazanmıştır ve Çilem’in serbest bırakılması öz savunma yapan ve tutsak bulunan kadınlar için özgürlüğün umudu olmuştur. Türkiye/Kuzey- Kürdistan topraklarında ilk defa bir kadının devrimci kadın örgütleri ile dayanışarak öz savunmasının meşruluğunu yaymaya başlaması AKP iktidarının planlanan ülke tahayyülünü alt üst etmesi sebebiyle bir korku oluşturmuştur. O nedenle avukatı tarafından yapılan açıklamalar Çilem’in kendi düşünceleri değil yalnızca kadın mücadelemizi kendi karanlık tarihine gömmek isteyen ve dişleri arasında cinsel istismara maruz kalan çocuklarımızın, katledilen kadınlarımızın kanı bulunan erkek egemen iktidarın söylemleridir. Bu sebeple devrimci kadınların kendilerine doğrudan hedef alması gereken Çilem Doğan yerine açıklama yaparak tekçi faşist AKP iktidarının erkek egemen düzenini aklamaya çalışan AKP zihniyeti olmalıdır yani eleştiri oklarımız Çilem Doğan’a değil kadın mücadelemizi parçalamak isteyen erkek egemen sistemin ülkemizdeki temsilcisi AKP iktidarına olmalıdır. Çilem bugün özgür ve bunu tüm devrimci kadınlar olarak Çilem ile dayanışarak başardık ve bugün yüzümüzü hapishanelerdeki kadınlara çevirmeli, tekrar ve daha güçlü bir şekilde öz savunma yapan Nevin Yıldırım ve tüm diğer kadın tutsaklar için mücadele etmeye devam etmeliyiz.
Kaynak: http://demokratikkadinhareketi.com/hedef-bellidir-erkek-egemen-sistem/
LGBTİ toplulukları ve destekçileri homofobi ve şiddete karşı dünya çapında onur yürüyüşü düzenlediler. 2016 Onur Yürüyüşü kutlamalarına, iki hafta önce Orlando’daki barda, 49 kişinin hayatını kaybettiği saldırı ile dünya çapında LGBTİ bireylere karşı devam eden tehditler damgasını vurdu.
Üçü Meksikalı olmak üzere, 49 kişinin öldüğü büyük Orlando katliamının ardından Mexico City’de, geleneksel onur yürüyüşü düzenlendi. Meksika’daki LGBTİ topluluğunu kutlamak için düzenlenen geçide onbinlerce kişi katıldı.
Özellikle Orlando katliamının ardından İslamofobiye meydan okuyan LGBTİ Müslümanları kutlayan, aynı zamanda da saldırının kurbanlarını anan dövizler taşındı.
Londra’daki göstericilerin bazıları gökkuşağı bayraklarının yanında AB’den ayrılmak maksadıyla Perşembe günü yapılan oylamaya karşı olduklarını gösteren Avrupa Birliği bayrakları taşıdılar.
Black Lives Matter (Siyah Yaşamları Değerlidir) eylemcileri ise onur yürüyüşlerinde artan polis varlığına karşı geçitte yer almayacaklarını açıkladılar.
Türkiye’de ise onur yürüyüşünü ahlaksızlık olarak nitelendiren milliyetçi grupların tehditlerini takiben valilikçe yasaklanan yürüyüşe katılanlar gözaltına alındı. Polis Taksim’de yürümek isteyen gruplara gaz bombaları ile saldırdı. Saldırıya rağmen sokakları terk etmeyen eylemciler sokakları gökkuşağına boyadılar…
Vahşi katliamlar geleneğinin artık rutinleştiği bu tarihsel kesitte ve her an içimizden birilerinin bombaların hedefi olduğu bu durumda susmak ve karşı çıkmamak artık yaşananlara ortak olmak anlamına gelmektedir Bu bağlamda yeni katliamların ve saldırıların önüne geçmek için bulunduğumuz bütün alanlarda var gücümüzle haykırarak sokaklara çıkmalı ve hesap sormalıyız. Karanlığın zebanilerine karşı aydınlık bir gelecek ve yaşanılabilinir bir dünya umudunu kuşanarak, sesimizi öfkemizle ve bilincimizle buluşturalım, mücadele edelim ve hesap soralım
HABER MERKEZİ (29.06.2016)- Demokratik Haklar Federasyonu’nun Atatürk Havaalanı’nda gerçekleştirilen vahşi katliama dair kamuoyuna yaptığı açıklamayı olduğu gibi yayınlıyoruz.
“Kana susamış bir barbarlıkla halklarımıza savaş açan ve halklarımızın kanını akıtarak coğrafyamızı bir kan deryasına çeviren “TC” devleti ve somut uygulayıcısı Erdoğan/AKP iktidarı yeni katliamlarla halklarımızı vahşice katletmeye devam ediyor. Bölgesel ve uluslararası bütün politik eksenini ve ilişkilerini tamamen savaş, işgal, talan ve gericilik düzleminde biçimlendiren Erdoğan/AKP iktidarı insanlığın bütün tarihsel ve güncel ilerici birikimlerini ve kazanımlarını hedef alarak saldırmaya ve talan etmeye devam ediyor. Bunu yaparken de kendi gerici niteliğine uygun olarak kendisiyle aynı gerici düzlemde buluşan gerici-faşist odakları kullanmaktadır. IŞİD tam da bu zeminde beslenen ve halklara karşı savaşta barbarca rol oynayan öznelerden biridir. Kendi gerici politikalarını hâkim kılmak için engel teşkil eden ve barikat oluşturan tüm toplumsal dinamikler topyekûn gerici savaş konseptiyle katliamlardan ve kıyımdan geçirilerek zapturapt altına alınmaya çalışılmaktadır. “TC” tarihinin en barbar katliamlarından biri olan 2 Temmuz Sivas Katliamı’nın 23. yılının öngünlerini yaşadığımız bugünlerde İstanbul/Atatürk Havaalanı’nda yaşanan kanlı katliam bu gerici ve barbar geleneğin sistematik olarak ve bir devlet politikası olarak devam ettiğinin açık kanıtıdır. Ki son bir yıl içinde yaşanan ve yüzlerce insanının vahşice katledildiği Amed, Suruç ve Ankara katliamları devletin girdiği yeni savaş yönelimini ve kitlesel katliamlar gerçekliğini ortaya seren bir yerde durmaktadır.
En son dün yaşanan vahşi katliamda da 42 kişi yaşamını yitirirken yüzlerce kişi de yaralanmıştır. Bu vesileyle vahşi katliamda yaşamını yitiren ve yaralanan tüm halkımızın acılarını paylaştığımızı ve vahşi katliamı hesap sorma bilinciyle lanetlediğimizi belirtmek istiyoruz. Katliamın birinci dereceden sorumlusu, IŞİD barbarlığını her açıdan besleyen ve zemin yaratarak bizzat halklara karşı kullanan Erdoğan iktidarıdır.
Susma, sokağa çık hesap sor!
Vahşi katliamlar geleneğinin artık rutinleştiği bu tarihsel kesitte ve her an içimizden birilerinin bombaların hedefi olduğu bu durumda susmak ve karşı çıkmamak artık yaşananlara ortak olmak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda yeni katliamların ve saldırıların önüne geçmek için bulunduğumuz bütün alanlarda var gücümüzle haykırarak sokaklara çıkmalı ve hesap sormalıyız.
Karanlığın zebanilerine karşı aydınlık bir gelecek ve yaşanılabilinir bir dünya umudunu kuşanarak, sesimizi öfkemizle ve bilincimizle buluşturalım, mücadele edelim ve hesap soralım.”
AMED – Lice’de evlerin yıkılarak karargah yapıldığı ve ormanlık arazinin ateşe verildiği operasyonda, bu kez de Kerwas köyünde yaklaşık 90 ev askerler tarafından zorla boşaltılarak işgal edildi.
Diyarbakır’ın Lice ilçesinde devam eden operasyon ve bombardımanın ardından köyler boşaltılmaya başlandı. DİHA’da yer alan habere göre Yalaza köyünde bulunan yaklaşık 90 ev, askerler tarafından zorla boşaltıldı. Köyü işgal eden asker ve özel harekat polislerinin köylülere “Sıcak çatışmaya gireceğiz. Geniş kapsamlı operasyon yapacağız. Can güvenliğinizden sorumlu değiliz” diyerek, köyü zorla boşalttıkları öğrenildi.
Giriş çıkışların olmadığı köyde araç bulamayan köylüler, dün traktörlere bindirilerek köyden zorla çıkartıldı.
Öte yandan bir kaç aile tüm tehditlere rağmen evlerini terk etmedi. Yine Yalaza’ya bağlı Mehle Mezrası’nda yaşayan yüzlerce yurttaş da aynı baskı ile karşı karşıya. Burada oturan yurttaşlar, Lice üzerinden büyük bir oyunun oynandığını belirtti.
‘Köylerimizi terk etmeyeceğiz’
Köy sakinlerinden biri olan ve güvenliği nedeniyle soy ismini vermek istemeyen Özlem isimli bir yurttaş, “Burası bizim köyümüz. Yüzyıllık tarihimiz kültürümüz, dilimiz yaşatılıyor burada. Bugün askerler gelip buraları işgal edip bizim buralardan çıkmamızı istiyorlar. Ama biz hiçbir şekilde köylerimizden çıkmayacağız. Bizim bu tutumumuz insani bir tutumdur. Doğduğumuz toprakları terk etmeyeceğiz” diye belirtti.
’90’ları aşan uygulamalar devrede’
“Gözlerimizin önünde köylerimizi yakıp yıkıyorlar. Dağlarımızı bombalıyorlar” diyen Özlem, bu uygulamalarla köylerin insansızlaştırmaya çalışıldığını vurguladı. Halkın bin bir emekle inşa ettiği evlerinin devlet güçleri tarafından yakıldığını ifade eden Özlem, 90’ları aşan bir uygulamayla karşı karşıya olduklarını aktardı.
’90’lardaki gibi direniyoruz’
Lice üzerinde yapılan zulüm ve vahşetin kabul edilemez bir durum olduğunu vurgulayan Özlem, asker ve timlerin insanlara işkence ederek, baskı uygulayarak büyük bir korku oluşturmak istediğini de ifade etti. Lice’ye sevk edilen asker ve timlerin DAİŞ zihniyetiyle hareket ettiğini belirten Özlem, “Rojava’da Kürt halkı üzerinde yaşatılan baskı ve korku şimdi Lice’de uygulanmak isteniyor. Özel timler insanlara hareket ederek insani olmayan muameleler uyguluyor” dedi.
Özlem, “Bulunduğumuz çağ itibari ile yapılanlar vahşettir. Defacto bir savaş hali var Lice’de. Ciddi bir imparatorluk korkusu salınıyor. Ancak tüm bunlara rağmen, 90’larda köylerini terk etmeyerek direnenler şimdi de aynı direnişi sergiliyor” şeklinde konuştu.
‘Baskılara rağmen gitmeyeceğiz’
Yine yasakla birlikte merkezle olan iletişimlerinin kesildiğini paylaşan Özlem, yolların kapandığını ve bu nedenle gıda sıkıntısı çekmeye başladıklarını söyledi. Özlem, sözlerinin devamında ise şunları söyledi: “Kendi topraklarımızda ev hapsi yaşıyoruz. Dışa çıkamadığımız için tarlalardaki bostanlarımız kuruyor. Hayvanlarımızı otlatamıyoruz. Evde bulunan hayvanların yemleri de tükendi. Ama her şeye rağmen buradayız gitmiyoruz.”
Aycan Çakıl (37) da askerlerin köylerini mesken haline getirdiğini söyleyerek, günlerdir süren yangına işaret etti. Hiçbir şekilde dışarı çıkmadıklarını söyleyen Ayhan, Sur, Cizre ve Nusaybin üzerinde yapılan uygulamaların şimdi Lice’de uygulandığını söyledi.
‘Başarısızlığını esrar ile gösteriyorlar’
Kürt halkı üzerinde başlatılan operasyonların başarısızlıkla sonuçlandığını kaydeden Aycan, yandaş medyanın operasyonların adını ‘esrar operasyonu’ olarak değiştirdiğine işaret etti. Aycan, “Bulunduğumuz hiçbir yerde esrar yok. Esrarları askerler kendileri karakolların altında yapıyor. Bunu da kanıtlayabiliriz” dedi.
Köyleri yakıp yıkan devletin taş üzerine taş bırakmadığını söyleyen Aycan, her top atışlarında çocukların korkup çığlık attığını, can güvenliklerinin olmadığını söyledi.
‘AKP yenilecektir’
Günlerdir bombardıman altından yaşadıklarını söyleyen Neside Kocakaya (50) isimli yurttaş ise, tepkisini “Erdoğan kendi başkanlığı için Kürtler üzerinden büyük bir katliam yapmak istiyor. AKP rantı için başlattığı bu savaşta kendisi yenilecektir. 90’lardaki katliamlarda bilinçsiz olduğumuz için köylerimizi terk ettik. Ancak şimdi aynı uygulamalar ile karşı karşıyayız. Buna rağmen köylerimizi terk etmeyeceğiz” sözleriyle dile getirdi.
KAYNAK: Jinha
Komitesi’nden, 26 Haziran’da yapılması planlanan Onur Yürüyüşü’ne ilişkin açıklama: 14. Onur Yürüyüşü’nü gerçekleştiremeyeceğimizi üzüntüyle duyuruyoruz. Pazar günü Beyoğlu’nun her sokağında, her caddesinde birbirimize kavuşuyoruz.
İstanbul Valiliği’nin 26 Haziran LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nü yasaklaması ve ardından basın açıklaması bildirimine de “hassasiyetleri” gerekçe göstererek, “uygun bulmuyoruz” cevabı vermesinin ardından Onur Haftası Komitesi’nden açıklama geldi.
Komitenin açıklamasında, “14. Onur Yürüyüşü’nü gerçekleştiremeyeceğimizi üzüntüyle duyuruyoruz. Ancak bizim kendimize duyduğumuz güven, ufkumuz ve hayallerimiz bir yürüyüşten, İstiklal Caddesi’nden, bu şehirden ve bu ülkeden çok daha geniştir. Varoluş mücadelemiz dünü, bugünü ve geleceği aşar çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız” dedi. Pazar günü Beyoğlu’nun her sokağında “birbirine kavuşma” çağrısı yaptı.
Açıklamanın tam metni şöyle:
“Bilindiği gibi, geçen sene polisin saldırdığı LGBTİ+ Onur Yürüyüşü, 14. senesinde de İstanbul Valiliği tarafından yasaklandı. Benzer şekilde, bir hafta önce yapılan Trans Onur Yürüyüşü de açıklanan yasak üzerine polis tarafından engellendi.
“Bu gelişmeler üzerine, 24. LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi olarak, 26 Haziran günü saat 17.00’da Tünel Meydanı’nda bir basın açıklaması yapmak üzere İstanbul Valiliği’ne bildirimde bulunduk ancak “uygun görülmediği” yanıtını aldık. Valilik, yasak gerekçesi olarak gösterdiği tehditlere karşı bizleri korumak yerine, Anayasa’da demokratik bir hak olarak yer alan “Gösteri ve Toplantı Yürüyüşleri Kanunu”nu ihlal etmeyi tercih etti.
“14. Onur Yürüyüşü’nü gerçekleştiremeyeceğimizi üzüntüyle duyuruyoruz. Ancak bizim kendimize duyduğumuz güven, ufkumuz ve hayallerimiz bir yürüyüşten, İstiklal Caddesi’nden, bu şehirden ve bu ülkeden çok daha geniştir. Varoluş mücadelemiz dünü, bugünü ve geleceği aşar çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız.
“Hatırlarsanız, Emniyet güçleri Trans Onur Yürüyüşü’nde basın açıklamasını okumaya ve bir arada durmaya çalışan insanlara “Lütfen dağılın ve hayatın normal akışına dönmesine izin verin,” diye seslenmişti.
“Biz de bu çağrıya riayet ediyoruz: 26 Haziran Pazar günü, İstiklal Caddesi’nin her köşesine dağılıyoruz. “Hayatı ‘normal’ akışına döndürmek” için Pazar günü Beyoğlu’nun her sokağında, her caddesinde birbirimize kavuşuyoruz.
“12 yıl boyunca büyük bir coşkuyla gerçekleştirdiğimiz Onur Yürüyüşleri varoluşumuzu, onurlu bir yaşam sürme ısrarımızı ve her geçen yıl büyüyen mücadelemizi kutladığımız bir alandır. Sadece LGBTİ+ bireylerin değil, herkesin hayatına etki eder. Onur Yürüyüşü, insanlığa bir hayal kurdurur: Bu dünya başka türlü olsaydı, nasıl insanlar olurduk? Ne giyer, ne arzular, ne eyler, ne söylerdik? Bu kentin sokakları neye benzerdi? Aşkla örgütlenseydik, bizi birbirimizden ne koparabilirdi? Bedenimiz, emeğimiz ve geleceğimiz bizim elimizde olsaydı, nasıl olurdu? Yürüyüşümüzü gerçekleştiremesek de aklımızda bu hayallerle İstiklal’in sokaklarını doldurmaktan vazgeçmiyoruz.
“Bize dayatılan hayatı reddediyoruz. Şiddeti ve baskıyı normalleştiren, bizi yok sayan bir hayat değil, kendi seçtiğimiz, onurla varolduğumuz hayatı yaşamaya devam ediyoruz ve “Hayatı ‘normal’ akışına döndürerek:
“DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ…”
kaosgl.com
Paylaş |
Tutuklanan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın Bakırköy Hapishanesi’nden gönderdiği mesajında, “Bu kararı bekliyordum. Şaşırmadım. Böyle bir dönemde burada olmak, iyi bir şey yaptığımızın göstergesidir. Türkiye’de devlet tarafından tutuklanmak bir onurdur” dedi
HABER MERKEZİ (21-06-2016)- Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD) Eş Genel Başkanı Avukat Rotinda Polat ile ÖHD’li kadın avukatlar, dün tutuklanan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’yı Bakırköy Kapalı Kadın Hapishanesi’ni ziyaret etti. Avukatlarla sohbet eden Fincancı’nın gönderdiği mesajında, “Bu kararı bekliyordum. Şaşırmadım. Böyle bir dönemde burada olmak, iyi bir şey yaptığımızın göstergesidir. Türkiye’de devlet tarafından tutuklanmak bir onurdur” ifadelerine yer verdi.
Avukatlar, Fincancı’nın kendileri ile dayanışma içerisinde olan herkese selamlarını gönderdiğini söyledi.
halkingunlugu.net
İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği, dün yapılmak istenen Onur Yürüyüşü’ne polis saldırısıyla ilgili basın toplantısı düzenledi. İnsan Haklar Derneği’nde düzenlenen basın toplantısında LGBTİ’lerin varlığının dahi sistem için bir sorun olduğu ve ülke demokrasisinin geldiği vahim noktaya vurgu yapıldı
İSTANBUL (20.06.2016) – İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği, dün yapılmak istenen Onur Yürüyüşü’ne polis saldırısıyla ilgili basın toplantısı düzenledi. İnsan Haklar Derneği’nde düzenlenen basın toplantısında LGBTİ’lerin varlığının dahi sistem için bir sorun olduğu ve ülke demokrasisinin geldiği vahim noktaya vurgu yapıldı.
Basın metnini okuyan Eylem Çağdaş, şunları söyledi; ” 7. kez düzenlediğimiz Trans Onur Yürüyüşü sırasında yaşananlar Türkiye demokrasisinin geldiği vahim noktayı göstermek adına önemli bir noktada durmaktadır. En demokratik hakların kullanımının dahi TOMA, su, biber gazı, plastik mermi ve coplarla engellendiği bir ülkede hiç birimiz güvende değiliz ve olamayacağız”.
Açıklamada, Güvenlik Şube polisleri ile görüşüldüğü ve basın açıklaması noktasında uzlaşıldığı ancak çevik kuvvetin buna rağmen saldırdığı ve 11 kişiyi gözaltına aldığı belirtildi.
“Kıvılcım Arat hedef gösterildi”
Açıklamada, Kıvılcım Arat’ın polis tarafından hedef gösterildiği ve gözaltına alınmaya çalışıldığı belirtilerek, “Arat, farklı noktalarda hedef gösterilmiş, sürekli polis şiddeti ile yüz yüze kalmıştır. Bizler bu olayla bir kez daha gördük ki hak arama mücadelesi dahi tehlikeli bir noktaya sokulmuş, dernek çalışanlarımız açık hedef haline getirilerek can güvenlikleri tehlikeye atılmıştır” dendi.
Açıklamada ayrıca polis saldırısında CHP Milletvekili Selina Doğan ve HDP İstanbul Milletvekili Erdal Ataş’ında tartaklandığı ve plastik mermilerin hedefi olduğu, halkın seçilmiş vekillerine yapılan saldırıların ise kaygı verici olduğu belirtildi.
“Yaratılan karanlığa teslim olmayacağız!”
Açıklamada devamla, “yaratılan karanlığa teslim olmayacağız” ifadeleri kullanılırken, “özgür ve demokratik bir ülkede eşit vatandaşlık haklarımızı almak için mücadele etmeye devam edeceğiz” dendi.
Basın toplantısına katılan Avukat Eren Keskin, polis saldırısıyla ilgili iç hukuk sürecini tükettikten sonra uluslararası mahkemelere de başvuracaklarını söyledi. Keskin ayrıca, cihatçı faşist çetelerin polis tarafından bilinçli bir şekilde eylem alanına doğru yönlendirildiğini aktardı.
İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği üyesi ve DKH faaliyetçisi Kıvılcım Arat ise konuşmasında şu ifadelere yer verdi; “Polisin hedef göstermesiyle gözaltına alınmaya çalışıldım. Devlet tarafından bilinçli bir şekilde hedef gösteriliyorum. Can güvenliği kaygım var. Başıma gelecek olaylardan İstanbul valisi ve İstanbul emniyet müdürü sorumludur.”
kaynak: halkingunlugu.net
Emeğin ve kavganın lideri Clara Zetkin, mücadelenin bayrağını kendinden sonraki kadınlara devrederken “Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum” dedi. Clara’ya bu sözü söyleten ezilen kadınların, yaşama, çalışma ve savaşma hakkı olmuştu. Kadınlar Clara’dan aldıkları sözün hakikatiyle yaşamın olduğu her yerde savaşmaya devam ediyorlar
HABER MERKEZİ (20.06.2016) – Emeğin ve kavganın lideri Clara Zetkin, mücadelenin bayrağını kendinden sonraki kadınlara devrederken “Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum” dedi. Clara’ya bu sözü söyleten ezilen kadınların, yaşama, çalışma ve savaşma hakkı olmuştu. Kadınlar Clara’dan aldıkları sözün hakikatiyle yaşamın olduğu her yerde savaşmaya devam ediyorlar.
Tarih sahnelerine devrimle isimlerini yazdıran kadınlar ölümlerinden sonra bile taşıdıkları devrim bayraklarını yüceltebiliyor. “Göğün yarısı olan kadınlar, kavganın da yarısıdır” diyen bilge savaşçı Clara Zetkin, ezilen kadınlığın mutlak zaferine giden yolda devrimin ve eylemin anlamdır. Ölümünün yıl dönümü olan 20 Haziran’da kadın özgürlük mücadelesinde emeğinin paha biçilemez gerçekliğini işleyerek bir kez daha Clara Zetkin’i anmak ve hatırlamak istedik. Clara Zetkin’in 83’üncü ölüm yıl dönümünde yaşamını ve eylemini işledik.
Dünyanın tüm ezilen kadınlarının ve sosyalist kadınların, silinmiş, savrulmuş ve kendi dünyalarından bu kadar uzaklaştırılmak istendiği bir döneme şahitlik ederken Clara Zetkin’in adı, yaşamı ve eylemi yeniden ele alınması gerekir. Onun yaşamında kadının dünü, bugünü, geleceği ve ait olduğu toplumsal devrimi kadının Tanrıça dönemine özlemine dair çok şey var. Clara, emekçi kadın kitlelerini, devrimler çağındaki varlığını, ezilen bir cins olarak kendi varlıklarını güçlendirmediği, sıçratmadığı ve aslında bu nedenle toplumsal devrimlerin de yarım kaldığı bir sürecin kadınıdır.
‘Tarihe geçmiş kadın lider Clara Zetkin’
“Mücadelenin ve kavganın yarısı kadınlar olsun” önermesinin liderliğini yapan Clara’nın bu çıkışı tamamen tarihseldir. Bu önermede ifadesini bulan bilinç ve yaklaşım, işçi sınıfının toplumsal devrimdeki rolü ve kimliğini hem sorgulayan, hem de gelişimini itekleyen bir öz taşır. Devrimin ayaklarının en önemli kısmının kadın olacağını ve kapitalist egemen yapının en güçlü erk damarı yani erkekliğin aşılmadan devrimci bir bilincin yaşatılamayacağını bilen Clara için süreç oldukça zordur. Koşullar göz önüne alındığında referansların kısıtlı olduğu ve var olan öğretilmiş zihniyetin kolay kolay aşılmayacağı elbette aşikârdır. Dönemin koşullarında sorun kadın gerçekliğini görmemek değil bununla nasıl ilişki kurulacağı, bu ilişkinin ötesinde devrimci olup olmayacağı sorunudur. Daha sonraları 19’uncu yüz yıl boyunca emekçi kadınlar kendi liderlerini yaratmaya başlamıştır. O yüzyıldaki sınıf savaşımının kadın özgürlük arayışıyla kesiştiği noktada duran tarihe geçmiş kadın lider, Clara Zetkin’den başkası değildir.
‘Sanki kanat takmışım gibi geldi bana’
Clara Zetkin, 2. Enternasyonalin 1889 Paris Kuruluş Kongresi’nde konuşmasını bitirip kürsüden indiğinde, “Sanki kanat takmışım gibi geldi bana” diyordu. Aşılması zor ama bir o kadar da zaferlerle dolu zorlu bir mücadeleye kanat açtığını vurgulayan bir kadının ve onun kimliğinde tüm emekçi kadınların tarihsel yolculuğu kongrede yaptığı konuşmayla başlamış oldu. Clara, yaptığı konuşma ezilme tarihlerinin karanlık koridorlarından, ilk kez güneşe çıkan kadınlığın ferahlını anlatıyordu. Kanat takmış gibi hissettiren bir ferahlıktı bu.
‘Kadınlar sosyalizm bayrağı altına girmiştir’
2. Enternasyonal Kuruluş Kongresi kürsüsünden, “İnsanoğlunu insanoğlu yapan tüm özelliklerin kurtuluşu için gereken şeyleri bayraklarına yazanlar, insan türünün koskoca bir yarısını ekonomik bağımlılığa zorunlu tutarak, politik ve sosyal köleliğe mahkum etmemelidir. Bir işçi nasıl ki, bir kapitalist tarafından boyunduruk altına alınıyorsa kadına da aynısı kocası tarafından yapılmaktadır. Kadın, ekonomik özgürlüğünü almadığı sürece de boyunduruktan kurtulamayacaktır” diyerek seslenen Clara, kadının kurtuluşu mücadelesinin ve kadın devriminin nerede, nasıl başladığına dair soruların yanıt oluyordu.
Kadınlar hala savaşıyorlar
Sosyalizmin kadın kurtuluş ideolojisindeki yerini, kadın kurtuluş ideolojisinin ise sosyalizmdeki yerini, büyük bir öngörü ile çözümleyen Clara, tarihi konuşmasındaki şu sözlerle bugün hala sosyalist bayrak altında mücadele eden kadınların öncüsü sayılıyor: “Erkeklerin yardımı olmaksızın, hatta çoğu zaman erkeklerin itirazlarına rağmen, kadınlar sosyalizm bayrağı altına girmiştir. Hatta şunu da itiraf etmek gerekir ki, bazı durumlarda kendi iradelerinin dışında, salt ekonomik koşulların açıklıkla kavranmasıyla o yöne doğru istemsizce sürüklenmişlerdir. Fakat artık bu bayrağın altındalar ve orada kalacaklar! Bu bayrağın altında, eşit haklara sahip insanlar olarak kabul edilmek için savaşacaklar!”
Clara’nın 6 maddede kadınlar için talepleri
Birçok kongrede kadın emeği ve kimliği adına en çarpıcı konuşmalara imza atan Clara, rüzgar gibi geçip adeta devrimi hızlandırdı. Clara’nın, Gotha Kongresi konuşmasında dile getirdiği öneriler ise onun görüş açısını doğru anlamak bakımından çarpıcı bir göstergedir. Kongre tarafından kabul edilen ve programının unsuru haline gelen öneriler, genç sosyalist kadın hareketinin Alman devrim tarihindeki önemli eşiği olmuştur. Clara’nın maddeleştirdiği talepler şöyledir: Kadın işçi koruma yasasının genişletilmesi fabrikalara kadın denetimcilerin yerleştirilmesi, eşit işe eşit ücret, tam politik eşitlik, eşit eğitim ve serbest iş olanağı, kadının özel haklarında eşitlik.
‘Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum’
“Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum” diyen Clara’ya bu sözü söyleten ezilen kadınların, yaşama, çalışma ve savaşma hakkıydı. 21. yüzyılda kadın özgürlük mücadelesine ışık tutan Clara Zetkin için yazılması, söylenmesi gereken sayfalar dolusu kelimeler varken tarihi geçmişinden kesitler vererek ilan ettiği devrimi bir kez daha hatırlatmak istedik. Dünyanın ezilen emekçi kadınlarının, proleter devrimler çağında günümüze ulaşan yakın tarihini başlatan Clara, bugün hala barikat önünde çatışan ve sloganlarıyla mücadelesini dünyaya duyuran kadınların direnişinde yaşıyor.
JINHA
Sinem UĞURLU
İstanbul
Evlendiği günden bu yana kendisine sistematik olarak şiddet uygulayan ve fuhuşa zorlayan Hasan Karabaulut’u öldüren Çilem Doğan hakkında 50 bin lira kefaletle tahliye kararı verildi. Çilem Doğan’ın 8 Haziran’da görülen duruşmasında mahkeme “Ağır tahrik altında kasten öldürme” suçundan 18 yıl hapis cezası vermiş, mahkemedeki tutumu nedeniyle ceza 15 yıla indirilmişti. Kadınlar ve Çilem Doğan’ın avukatları, Doğan için meşru müdafaa kapsamında beraat kararı verilmesini istiyordu.
Mahkemeden beraat yerine ceza çıkmasının ardından Doğan’ın avukatları tutukluluk durumunun tekrar değerlendirilmesi talebinde bulundu. Mahkeme talebi kabul ederek Çilem Doğan’ın 50 bin kefaletle tahliyesine karar verdi.
Kararı Evrensel’e değerlendiren Adana Kadın Platfotrmu’ndan ve Çilem Doğan’ın avukatlarından Sevil Aracı, “Baştan beri olması gereken buydu. Çilem’in 1 senedir özgürlüğünden mahrum bırakılması haksızlık. Yargıtay’ın da cezayı tamamen bozacağını ümit ediyoruz. Olayın meşru müdafaa sınırlarında kabul edileceğini ve ceza verilmeyeceğini umuyoruz. Kararı mutlulukla karşıladık” dedi.
ÇİLEM DOĞAN: KİRPİĞİMİZ YERE DÜŞMESİN DİYE MÜCADELEYE DEVAM
Kefalet bedelinin ödenmesinin ardından Tarsus Kadın Cezaevinde kalan Çilem Doğan akşam saatlerinde serbest bırakıldı.
Doğan yaptığı açıklamada, “Çok heyecanlıyım. Kadınlara, basına, avukatlarıma çok teşekkür ediyorum. Biz yine mücadele etmeye devam edeceğiz. Kipriğimiz yere düşmesin diye, kadınlar ölmesin diye mücadeleye birlikte devam edeceğiz” dedi.
kaynak: evrensel
Kendi normunu tüm topluma dayatan ve uymayanları açık hedef haline getiren bu anlayışın Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, Rumlara, Romanlara, LGBTİ’lere, Kadınlara, işçi ve emekçilere katliamdan başka getireceği hiçbir şey yoktur.”
“6 yıl üst üste düzenlenen ve kamu düzeni adına hiçbir sorun yaşanmayan Trans Onur Yürüyüşü devlet ve gerici grupların işbirliği ile terörize edilmiş, hafta organizasyonunda görev alan arkadaşlarımız hedef haline getirilmiştir. Toplumda yaratılan nefret kültürü ile saldırıların zemini hazırlanmış ve medya aracılığı ile LGBTİ’ler açık hedef haline getirilmiştir.
“Buradan bir kez daha deklare ediyoruz! Başlatılan bu nefret kültürü sonucu yaşanacak tüm saldırıların sorumlusu İstanbul Valisi Vasip Şahin, İstanbul İL Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan, İç İşleri Bakanı Efkan Ala ve göz yumup teşvik eden AKP iktidarıdır. “
“7. Trans Onur Yürüyüşü’nün basın açıklaması şu şekilde:
“Bu yıl 7.’sini, düzenlediğimiz Trans Onur Haftası Orlando katliamının hüznü ve öfkesi gölgesinde başladı. Katliamın yasını bile tutamadan başlayan tartışmalar toplumda yaratılmaya çalışılan nefret kültürünün geldiği boyutu göstermek adına önemli bir yerde durmaktadır. Cihatçıların, selefi grupların basın ve sosyal medya üzerinden yaptığı katliam çağrıları Valiliğin yasak kararı ile birbirini tamamlamış ve aralarındaki iş birliğini ortaya çıkarmıştır. Yapılan katliam ve engel çağrılarına işlem başlatmayan devlet yetkilileri tehditvari açıklamalar ile bu katliamcı grupları desteklemiş yürüyüşe katılmak için anayasal haklarını kullanmak isteyen insanları ise hedef göstermiştir.
“Bizler bu işbirliğini Sivas’tan, Maraş’tan biliyoruz!
“Bizler bu işbirliğini Suruç’tan, Amed’ten, Ankara’dan biliyoruz!
“Bizler bu işbirliğini trans cinayetlerinden ve katillerle çekilen fotoğraflardan tanıyoruz!
“6 yıl üst üste düzenlenen ve kamu düzeni adına hiçbir sorun yaşanmayan Trans Onur Yürüyüşü devlet ve gerici grupların işbirliği ile terörize edilmiş, hafta organizasyonunda görev alan arkadaşlarımız hedef haline getirilmiştir. Toplumda yaratılan nefret kültürü ile saldırıların zemini hazırlanmış ve medya aracılığı ile LGBTİ’ler açık hedef haline getirilmiştir.
“Buradan bir kez daha deklare ediyoruz!
“Başlatılan bu nefret kültürü sonucu yaşanacak tüm saldırıların sorumlusu İstanbul Valisi Vasip Şahin, İstanbul İL Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan, İç İşleri Bakanı Efkan Ala ve göz yumup teşvik eden AKP iktidarıdır.
“Ramazan ayına saygısızlık bahanesi ile başlatılan bu tartışma, bizlere sunulan Yeni Türkiye zırvasında Türk, Müslüman, Sünni ve Erkek olmayanların toplumun neresinde duracağını göstermektedir. Kendi normunu tüm topluma dayatan ve uymayanları açık hedef haline getiren bu anlayışın Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, Rumlara, Romanlara, LGBTİ’lere, Kadınlara, işçi ve emekçilere katliamdan başka getireceği hiçbir şey yoktur.
“Twitter üzerinden Cumhurbaşkanı’na yöneltilen her eleştiri ev baskınları, gözaltılar ve tutuklamalar ile karşılanırken, aleni saldırı çağrıları ise görmezden gelinmekte, hak savunucularının şikâyetleri ise işlemsiz bırakılmaktadır. Cihatçı terörist grupların rahatlıkla hareket ettiği, sınırın boydan boya açıldığı, hastanelerde militanların tedavi edilip tekrardan savaş alanına yollandığı bir ülkede hiç birimiz güvende değiliz.
“Tüm bu gerçekliğin ortasında trans toplumunun durumu ise daha vahim bir yerde durmaktadır. Toplumsal yaşamda kamufle olmayan translar hedef haline getirilmekte ve temel bütün haklardan mahrum edilmektedir.
“Kendini sosyal devlet olarak tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti, yaşama, barınma, eğitim, sağlık ve ulaşım haklarımızı gasp ederek bizleri eşi benzeri görülmemiş bir baskı cenderesi altında yaşamaya zorlamaktadır.
“Bizler gökkuşağının çocukları olarak bir kez daha haykırıyoruz;
“Bu toprakların sahipleri ve aydınlık günlerin teminatıyız!
“Eşit, özgür, demokratik bir dünya için mücadele etmeye devam edeceğiz.
“Orlando’da katledilen arkadaşlarımızın anısı önünde saygıyla eğiliyor, homofobi ve transfobinin olmadığı bir dünya sözü veriyoruz!
“Orlando’yu unutma, unutturma!
“Nefrete inat yaşasın hayat!
“Nefret cinayetleri politiktir!”
İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği
kaosgl.org
Polis, İstanbul Valiliği’nin hukuk dışı yürüyüş yasağının ardından 7’inci Trans Onur Yürüyüşü için Taksim’de toplananlara saldırdı.
Polis sabah saatlerinden itibaren meydan ve İstiklal Caddesi’ni abluka altına almıştı. İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği’nin de bulunduğu sokağa yığınak yapan polis, sokağı giriş çıkışlara kapattı.
Transfobi karşıtları dernek önünde toplandı, Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Selina Doğan da kitleye eşlik etti. Polis dernek yetkilileri ile görüşmek isteyince, yetkililer Fransız Kültür Merkezi önünde görüşmek istediklerini belirtti ancak polisin yanıtı “Eğer gidebilirseniz görüşürsünüz” diyerek tehdit etmek oldu.
Kıvılcım Arat’ı gözaltına almaya çalıştılar.
Polis görüşmelerden sonra dernek önünde basın açıklaması yapılmasına izin verdi, ardından açıklamayı engelledi. Basın açıklamasını okuyan İstanbul LGBTİ’den Kıvılcım Arat’ın mikrofonuna vuran polis, Arat’ı gözaltına almaya çalıştı.
Sokakta gazetecilerin bir kısmını dışarı çıkaran ve darp ederek kitleyi dağıtmaya çalışan polis, görüntü ve fotoğraf almaya çalışan gazetecileri de darp etti. Polis, kitlenin dağılmaması üzerine bu kez gaz bombaları ve plastik mermilerle saldırdı. Çıkan arbedede gözaltına alınanlar olduğu öğrenildi.
Gözaltına alınan yürüyüşçülerden biri, polis aracına götürülürken, “Alışın buradayız, hiçbir yere gitmiyoruz” diye tepki gösterdi.
Polis, İstiklal Caddesi ve çevresinde grupların bir araya gelmesine izin vermezken, bir kişi de gökkuşağı bayrağını yakarken görüntülendi.
kaynak: Diken
“Hevrîşmê deranî agir wergirt
Kemînê danî mirinê wergirt.”[1]
Tahribatın en yoğun gözlemlendiği toplumsal kesimlerden biri de, hiç kuşku yok ki kadınlar. AKP iktidarıyla birlikte, kadınların yaşamlarının her yönü, uzun bir sürece yayıldığı için geniş kesimlerce pek duyumsanmayan, ancak her seferinde bir boğum daha daraltılan bir cendereye mahkûm kılındı.
Kadınların yaşam tarzları, giyim-kuşamları, bedenleri, emekleri, İslâm referanslı bir muhafazakârlığın koyu ve tavizsiz uygulayıcısı olarak AKP’nin doğrudan ilgi ve müdahale alanına giriyor.
Giriyor, çünkü AKP tarzı ideolojik bagajı yüklü ve doktriner partiler için “kadın sadece kadın değildir”. Bedeni, emeği ve kimliğiyle kadın, kendi kabullerini dayatabileceği bir savaş alanı, konturları bir hakikat rejimi eliyle çizilen bir yaşam tarzının cisimleşmesidir
HABER MERKEZİ (19.06.2016)-Gazetemizin 124.Sayısında Sibel Özbudun’un kaleme aldığı ‘’AKP’nin Muhafazakârlığı, İslamcılığı, Neoliberalizmi ve Kadınlar’’ başlıklı yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.
14 yıllık AKP iktidarının tahripkâr varlığını bazı toplum kesimleri, daha yoğun hissediyor: Kürtler, Alevîler, işçiler; milliyetçiliğin, (Sünnî) İslâmcılığın ve de neoliberalliğin gelmiş geçmiş en koyu ve geçirimsiz karışımı olan bu partinin hedef tahtasındalar.
Tahribatın en yoğun gözlemlendiği toplumsal kesimlerden biri de, hiç kuşku yok ki kadınlar. AKP iktidarıyla birlikte, kadınların yaşamlarının her yönü, uzun bir sürece yayıldığı için geniş kesimlerce pek duyumsanmayan, ancak her seferinde bir boğum daha daraltılan bir cendereye mahkûm kılındı.
Kadınların yaşam tarzları, giyim-kuşamları, bedenleri, emekleri, İslâm referanslı bir muhafazakârlığın koyu ve tavizsiz uygulayıcısı olarak AKP’nin doğrudan ilgi ve müdahale alanına giriyor.
Giriyor, çünkü AKP tarzı ideolojik bagajı yüklü ve doktriner partiler için “kadın sadece kadın değildir”. Bedeni, emeği ve kimliğiyle kadın, kendi kabullerini dayatabileceği bir savaş alanı, konturları bir hakikat rejimi eliyle çizilen bir yaşam tarzının cisimleşmesidir.
Bu nedenledir ki, kendini içine yerleştirmekten hoşlandığı muhafazakâr-popülist “Türk sağı” geleneğinin hibrid, eklektik ve muğlak çerçevesinin tersine, AKP’nin kadınlar konusunda oldukça net, tutunumlu, kendi içinde tutarlı bir projesi var. Dilerseniz bu “proje”yi birkaç başlık hâlinde irdeleyelim.
Kadının bir “aile varlığı” olarak tescili
“Proje”nin “resmî” ayağını, kadının “müstakil” bir varlık, bir kişi olarak yok sayılması ve aileyle tanımlanması oluşturuyor.
İşin ilginç yanı, bunun, Türkiye’nin taraf olduğu kadın eşitliğini sağlamaya yönelik (CEDAW gibi) sözleşmeler gereği oluşturduğu kurumlar üzerinden gerçekleştirilmesidir.
Böylelikle, Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini sağlamak ve kadına karşı ayırımcılığı önlemek misyonuyla kurulan 1990’da kurulan Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve bu Müdürlüğün bağlı olduğu Devlet Bakanlığı, Önce Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı olarak takdis edilecek; ancak AKP iktidarı bakanlığın adındaki “Kadın” sözcüğünden rahatsız olmuş olacak ki, 2011’de, dönemin başbakanı Erdoğan’ın “Biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli,” kerametleri eşliğinde bu bakanlık kaldırılarak yerine “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ihdas edilecekti. Ama bu yetmedi; Meclis İçtüzüğünde değişiklik yapılarak Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun (KEFEK) kaldırılarak “Aile ve Sosyal Politikalar Komisyonu”na dönüştürülmesi yolunda teşebbüste bulundu iktidar partisi;[2] ancak muhalefetin ve kadın örgütlerinin sert tepkileri sonucu bu adımdan geri dönülecekti.[3]
Evet, AKP, kadının aileden bağımsız, müstakil bir özne olarak varlığına tahammül edemediğini, teorik olarak kadın-erkek eşitliğini sağlamakla yükümlü kurumların adlarıyla (ve hiç kuşku yok ki görevleriyle) oynayarak gösteriyor.
Bunun son örneğini ise, kamuoyunda kısaca “Boşanma komisyonu” olarak bilinen, tam adıyla “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi İçin” kurulan Araştırma Komisyonu oluşturuyor. İktidar partisinin, ne hikmetse 2002’den bu yana yüzde 1400 artan kadın cinayetlerini değil de, boşanmalardaki yüzde 1.7’lik artışı “sorun” edinerek oluşturduğu komisyonun birbirinden tüyler ürpertici önerileri, kamuoyunda bir hayli tartışıldı. Hadi biz en “parlak” birkaçını anımsayalım: tecavüzcünün, kurbanıyla beş yıl boyunca “sorunsuz” bir evlilik sürdürmesi durumunda, denetimli serbestlikten yararlanabilmesi. Özcesi, mağdurenin tecavüzcüsüyle baş göz edilmesi! Boşanma davalarında arabuluculuk yoluna gidilmesi… Şiddet durumunda uygulanacak tedbir süresinin, kocayı mağdur etmemek için 15 günle sınırlandırılması… Aile hukukuna ilişkin tüm davalarda “gizlilik” uygulanması… Ve “altın vuruş”: İlahiyat mezunlarının aile danışmanı olabilmesi…[4]
Evet, AKP indinde kadın, bir hak öznesi değil, bir aile varlığıdır. Onun yeri kamusal yaşamdan çok, yuvası, görevi politika (ya da bilim, sanat…) ile uğraşmaktan çok kocasına, çocuklarına sıcak bir yuva sunmaktır. Bu amaçla değil midir ki, devlet kademeleri tedricen kadınlara kapatılır: Günümüzde 900 kaymakamdan 13’ü, 448 vali yardımcısından 10’u, 80 müsteşar yardımcısından 5’i, 140 genel müdürden sadece 9’u kadındır.[5] 81 ilin valileri arasında kadın sayısı ise, 2’dir!
“Tepe”de hâl böyleyken, tabanda durum hiç farklı değil. Kız öğrencilerin yüzde 40’ının lise öncesinde öğrenimi terk ettiği[6] bir tablo, 10-15 yıl içinde bugünkü durumu mumla arayacağımızı göstermiyor mu?
“Kadın birey değil, aile varlığıdır” görüşünün en ete-kemiğe bürünmüş tezahürünü bu partinin “beden politikaları”nda da görmüyor muyuz?
AKP’nin “beden politikaları”
Önce İstanbul Belediye Başkanı sıfatıyla kıydığı, sonraları Başbakan ve Cumhurbaşkanı vasfıyla tanık olarak katıldığı nikâh törenlerinde, geline, “en az 3 çocuk” talkınıyla tanıştık. Önceleri, kendine “Başkan baba”lık payesi biçen bir işgüzarın genç çiftlere “ayar çekmesi” gibi göründü. Ama iş, bununla kalmadı. Derken tam Roboskî tartışılırken gelen “Her kürtaj bir Uludere’dir!” absürdlüğü… Hemen ardından sökün eden kürtaja (ve sezaryene) ilişkin devletsel kısıtlamalar… “Çoğalın ki ben de ahirette ümmetimin çokluğuyla övüneyim,” dediği rivayet edilen bir peygamberin, “Biz milletimizi güçlü kılmak için hem nüfus itibariyle daha çok genç nüfusa, dinamik nüfusa ihtiyacımız var,”[7] deyip çocuk sahibi olmayan kadınları “yarım” ilan eden gayretkeş tilmizi… Böylelikle Türkiye sınırları dâhilinde kürtaj ve sezaryen fiilen yasaklanmış oldu; Diyanet İşleri’nin fetvası eşliğinde.[8]
Ama AKP burada durmadı… Kadın bedenine müdahalelerini sözel ve fiiliyatta sürdürüyor. Kâh “Hamile kadınlar sokaklarda dolaşmasınlar” buyuran bir din âlimi; kâh “kadın iffetli olmalı, herkesin içinde kahkaha atmamalı,” diyebilen bir meclis başkanı; “Dolmabahçe’deki ofisimde, Kadıköy’den gelenlerin durumuna bakıyorum da…” deyip yutkunan bir başbakan; devletlû’nun “kızlı erkekli oturuyorlar” lafı üzerine öğrenci evlerini basmaya koyulan kolluk kuvvetleri; ilk-ortaokullarda kız ve erkek öğrencilerin kullandıkları merdivenleri ayıran yöneticiler, örtünme “serbesti”sinin ilkokullara dek inmesi…
Ve bu coğrafyada herkesin bildiği “sır”: Çocuk gelinler. “Her ne pahasına olursa olsun nüfusu arttıralım,” dürtüsü, kız çocuğu bir an önce kazasız belasız sahibine devredilmesi gereken patlayıcı olarak gören namus anlayışı, kız çocukların “başlık parası” kisvesiyle alınıp satıldığı yoksulluk sahnesi, 8-9 yaşında kocaya verilmelerine cevaz veren dinsel gelenekler birleştiğinde, “Kadınların yüzde 40’ının çocuk gelin”[9] olması, karşısında AKP’nin ne yapmasını bekliyorsunuz?
Ortalama erkek yurttaşlar bu “beden politikaları”nı son derece doğrudan okudular. Ve AKP iktidarı boyunca, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri kat be kat arttı…
Kadına yönelik şiddet
Denk düşürdükçe (ya da “başı sıkıştıkça” mı demeli?) toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin kavrayışımıza “Eşitlik kadının fıtratına aykırıdır”[10]; “Kız mıdır kadın mıdır, bilemem!”[11]; “Anneliği reddeden kadın eksiktir, yarımdır”[12] kerametlerini buyuran “imam” karşısında erkek cemaat coştukça coşuyor. Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri, kriminoloji literatüründe içine yerleştirildikleri “namus/töre cinayetleri – şehvet suçları” kapsamını çoktan aşarak, “yaratıcı işkence yöntemleri” boyutuna büründü: tüfek harbisiyle tecavüz; tırnak sökme; burun kesme; baltayla, pompalı tüfekle, yakarak, parçalayarak öldürme; bütün bir kasaba ricalinin bir kız çocuğuna topluca ve yıllar boyu tecavüz etmesi; devletin kurumlarında, “koruma altındaki” kadın ve/veya çocuklara yönelik süregiden cinsel istismarlar… Ve karşılarındaki, kravat takıp el pençe divan duran faillere karşı sonsuz ve suç ortaklığı sınırlarına varan bir hoşgörü gösteren hâkimler…[13] Günde en az üç kadın cinayeti…
Ve bütün bunları dert edinmeyen, tüm çabasını “evlilikte acı günler de olur, tatlı günler de… Sen de kocanı idare ediver, kızım,” “Kol kırılır yen içinde kalır,” “Koca bu, döver de sever de” kıvamında “aile yuvasının dağılmamasına”, boşanmaların azaltılmasına yoğunlaştırmış bir iktidar!
Bütün bunların sonucu: Boğaz tokluğuna kadın emeği
Olayların buraya kadarı, İslâm referanslı bir muhafazakârlığı toplumsal yaşama nüfuz ettirme, toplumun kodlarını dinsel bir çerçeveye uyacak tarzda dönüştürme konusunda uzun soluklu ve sebatkâr bir stratejiye işaret etmeye yetiyor. Ancak hikâyenin tamamı bu değil. İşin bir de, AKP’nin bu ülkede “şampiyonluğu”nu üstlendiği neoliberal iktisat politikalarıyla bağlantılı yönü var.
AKP’nin “İslâmcılığı”nın iktisadî alandaki karşılığı, yıllarca Marmara sermayesi karşısında “ötelenmiş” Anadolu sermayesinin ulusal pastadaki payını büyütme ve küresel piyasayla bütünleşme çabasının motoru olmak. Bunu bir yandan (TSMF gibi) devlet aygıtları, bir yandan hileli ihaleler, bir yandan da bu sermayenin istihdam ettiği işgücünü alabildiğine ucuzlatarak gerçekleştiriyor.
İşgücünü ucuzlatmak… Bu girişimin bir yanı başta Suriyeliler olmak üzere sığınmacıları boğaz tokluğuna dayanıyorsa eğer; çok önemli bir boyutu, kadınları düzenli istihdam piyasasının dışına iterek kayıt dışına mahkûm kılmaktır.
Gerçekten de AKP iktidarı boyunca formel sektörlerde çalışan kadınların sayısı neredeyse istikrarlı bir tempoda azalıyor. Kadın emekçiler kayıtlı istihdamın üçte birinden daha azını oluşturuyor.[14] “Doğurun, daha çok doğurun” söylemleriyle kadınlar -eğitim düzeylerine bakılmaksızın[15] evlere doğru itiliyor. AKP hükümetlerinin birbiri ardı sıra açtığı “kadın istihdamı paketleri” de, kadın istihdamını arttırmaktan çok, kadın doğurganlığını arttırmayı hedeflemekte.
Evlere püskürtülen, ancak çoğunlukla kendilerini derinleşen bir yoksulluk içinde bulan kadınların önünde ise, büyük çoğunluğunun içinde yer aldığı muhafazakâr ortamda, “aile bütçelerine katkıda bulunabilecekleri” tek seçenek bulunmaktadır: esnek, son derece düşük ücretli, güvencesiz, kayıtsız işler.[16] Bunlar işyerinde değil de çoğunlukla aile ortamında gerçekleştirildikleri için, bu kadınlar kendilerini “işçi/ emekçi” olarak değil, aile bütçelerine katkıda bulunan “ev kadınları” olarak tanımlamaktadır: bu nedenledir ki örgütlenmezler, hak mücadelesine yabancıdırlar, talepkârlık düzeyleri son derece düşüktür. “(Kadın istihdamını arttırma ve ‘çok çocuk doğurun’ söylemleri arasında) ciddi bir çelişki var. Bu mantığı ancak esnek çalışma modeline dayandırabilirseniz olur. Zaten yapılmaya çalışılan da bu. Biz bu sistemin kadın istihdamı için tehlikeli olduğunu düşünüyoruz,” diyor Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi (KEİG) Platformu’ndan Nevra Akdemir.[17]
“Esnek çalışma”… yani işçi olduğunun, sömürüldüğünün, sırtından devasa artık değer devşirildiğinin bilincine varmadan, çoğunlukla mahalleden bir aracı, konu-komşudan bir elci, akrabadan ya da cemaatten bir taşeron-patron için, ürettiklerinin uluslararası markalar tarafından el yakan fiyatlarla pazarlandığının farkında dahi olmadan, günde 13-14 saat, boğaz tokluğuna çalışmak… Bu arada ev işlerini, çocukları, bulaşığı, çamaşırı da ihmal etmemek… Yani hem üretimi, hem de yeniden üretimi, boğaz tokluğuna üstlenmek… Ve milliyetçi-muhafazakâr Anadolu sermayesini uçuşa geçirmek… 10-15 yıl öncesine dek birer imalathaneden ibaret işletmeleri, “dünya zenginleri” listesinde yer alan dev holdinglere dönüştürmek. Ramazanlarda lüks arabalarıyla mahallelerine teşrif edip iftarlık dağıtan Ray-Ban gözlüklü, Vuitton çantalı, ipek tesettürlü patron aileleriyle “din kardeşi” olmanın gururunu yüreğinde hissederek!
Evet, gerçekten de AKP’nin muhafazakârlığı, İslâmcılığı ve neoliberalizmi, toplumun geniş kesimlerini, ama özellikle de kadınları yıkıma uğratan tutarlı, tutunumlu ve -kabul etmeli ki etkili- bir pakettir.
Sibel Özbudun
N O T L A R
[1] “Gökyüzünün karanlık kefeniyle örtük/ Yıldızların delik deşik ettiği ölüleriz.” (Murathan Mungan.)
[2] Ve dönemin “yandaş” yazarları, bu tutuma arka çıkmak için fora ediyorlardı kalemlerini. Örneğin Nazife Şişman, Zaman’dan şöyle seslenmekteydi: “… ‘Kadın’ vurgusu illa aile karşıtı olmayabileceği gibi, ‘aile’ vurgusu da kaçınılmaz bir şekilde kadını ikincilleştiren, bizatihi onu ezen bir konumlandırmayı ihsas ettirmiyor olabilir.” (Nazife Şişman, “Kadına Karşı Şiddet mi, Kadına Karşı Aile mi?”, Zaman, 10 Mart 2012, s.22.) Bir kadın “sosyolog”un ağzından, şiddete uğrayan kadınlara ilişkin vakaların neredeyse tamamında failin bir erkek aile bireyi (koca, baba, erkek kardeş) olduğuna ilişkin verilerin ortaya saçıldığı bir dönemde fazla “gayretkeş” bir saptama!
[3] Türey Köse, “Kadının Adı Devletten Siliniyor”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2013, s.10; Işıl Özgentürk, “Devlet Kadını Siliyor”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2013, s.8… Ama hâl-i hazırda bu komisyonun başkanı, bir erkek! (“İlk Fırsat Eşitliği Erkeklere Oldu” Evrensel, 2 Aralık 2015.) İşlevselliğini siz tahmin edin…
[4] “TBMM Boşanma Komisyonu Kadın Ve Çocuk Haklarını Sıfırladı”, Evrensel, 16 Mayıs 2016… http://www.evrensel.net/haber/280306/tbmm-bosanma-komisyonu-kadin-ve-cocuk-haklarini-sifirladi
[5] “CHP’li Dudu: AKP İktidarında Kadın Yönetici Sayısı Düştü”, 8 Mart 2016, Cihan HA… https://www.cihan.com.tr/tr/chp-hatay-milletvekili-mevlut-dudu-8-mart-dunya-emekci-kadinlar-gunu-akp-kadin-yonetici-sayisi-dusus-2031243.htm
[6] Mustafa Çakır, “Sistem Kızları Eve Kapatıyor”, Cumhuriyet, 23 Mart 2015, s.15.
[7] “Doğum Kontrolü İhanet”, Hürriyet, 23 Aralık 2014,s.15.
[8] AKP iktidarının “Şeyhülislâm”ı, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, 4 Haziran 2012 tarihinde Sapanca İl Müftüleri toplantısında yaptığı konuşmada, “Anne karnındaki ceninin, bebeğin de kendisine ait hayat hakkı vardır. Ne annesinin, ne de babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi, onun hayatı üzerinde vazgeçme, sonlandırma yetkisi de yoktur,” buyurmuştu (“Diyanet İşleri Başkanı Görmez: Annenin Hayatı Sonlandırma Hakkı Yoktur”, Milliyet, 5 Haziran 2012, s.17). Ancak cenin “haklarını” ana-babasına karşı savunan hazretin, 12-13 yaşında evlendirilen kız çocukları, dini vakıflarda tecavüze uğrayan çocuklar, PKK’ye karşı savaşta öldürülen Kürt bebelerin hakları konusunda bir şey söylediğini duymadık!
[9] “Kadınların Yüzde 40’ı ‘Çocuk Gelin’…”, Milliyet, 17 Mayıs, 2015, s.18.
[10] Hatırlayalım: “Kadın ile erkeği eşit hale getiremezsiniz. Fıtratları farklı. Bazen erkek-kadın eşitliği diyorlar. Kadın kadına eşitlik doğru olanıdır. Erkek erkeğe eşitlik doğru olanıdır.” (1. Uluslararası Kadın ve aile Zirvesi’nde yaptığı konuşmadan, “Eşitlik Kadının Fıtratına Aykırı”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2014, s.6)…
[11] Konya mitinginde, Hopa’daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş’a yönelik sözleri! (4 Haziran 2011.)
[12] KADEM hizmet binası açılış töreninden. (5 Haziran 2016.)
[13] “Kadın sosyal paylaşım sitesine ilişki durumunu evli yazmamıştı, adam öldürdü, tahrik edilmiş sayıldı. Adam duruşma salonundaki avukatları ‘karısına yaptığı gibi’ öldürmekle tehdit etti, görülmedi, ‘iyi hâl’ aldı. Adam kadını erotik filmdeki başrol oyuncusuna benzetti, mahkeme ‘benzetmiş olabilir’ diyerek kararını ‘tahrik’ indirimli verdi. Kadın belki sevdi, kaçtı ancak adam fiziksel şiddet uyguladı, mahkeme kaçma geçmişini dikkate alıp ‘rıza’ saydı. Kız çocuğu bira içti, akrabası olan adam cinsel istismarda bulundu, heyet ‘rıza var’ dedi.” (Damla Yur, “Kırmızı Mont, Beyaz Pantolon Yargı İçin Tahrik Sebebi”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2015, s.15.)
[14] “Son 12 ayda artan 15 yaş üstü nüfusun, yani potansiyel işgücünün ancak yüzde 27’si işgücü piyasasına çıkmış. Ya diğerleri? 15 yaşını geçen bu nüfustan bir kısmı öğrenci, bunu anlarız, ama esas irkilten, ‘ev kadını-ev kızı’ konumuna geçirilenler. 12 ayda yaklaşık 500 bin kadın evlere tıkıldı ve ‘ev kadını’ olarak kodlanan kadın sayısı 12.2 milyona çıktı.” (Mustafa Sönmez, “500 Bine İş, 500 Bine de Ev Kadınlığı”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2012, s.12.)
[15] İstihdamın dışına itilmekten yüksek öğrenimli kadınlar da kaçınamıyor: Mayıs 2008 itibariyle kadın işsiz sayısı 129 bin dolaylarında iken, 2013’te bu sayı ikiye katlanmıştı: 265 bin. (“Kadının İşle İlişkisi Kesiliyor”, Birgün, 19 Ağustos 2013, s.4.)
[16] “Çalışan Her 100 Kadından 53’ü Kayıt Dışı Çalıştırılıyor” Evrensel, 18 Kasım 2013, s.4.
[17] “Patriarkal Kapitalizm ‘Kadın’ Üzerinden Besleniyor”, Cumhuriyet, 11 Mart 2013, s.9.
Kaynak: halkingunlugu.net
HABER MERKEZİ (19-06-2016)- Hayatını kurtarmak için, yıllardır kendisine şiddet uygulayan kocasını öldürmek zorunda kalan bir kadın Çilem Doğan. Kadınlar “Meşru müdafaa haktır” diyerek özgürlüğünü isterken, Çilem 15 yıl hapis cezasına mahkum edildi.
Avukat Sevil Aracı karar duruşmasının hemen ardından Çilem Doğan ile Evrensel adına görüştü.
Aracı’nın kaleminden Çilem Doğan söyleşisi şu şekilde:
Çilem şimdi duvarları pembeye boyalı, şehrin ortasında kalmış bir cezaevinde yatıyor, Tarsus’ta. Birkaç aydır Karataş Kadın Kapalı Cezaevinin taşınması nedeni ile burada mahkum kadınlar.
İlk gittiğimizde sınavda olması nedeni ile görüşemedik Çilem’le. Cezaevine girdiğinden beri yarım bıraktığı lise eğitimini tamamlamaya çalışıyor Çilem. Epey yol almış, az kalmış bitirmesine. Sonrasında da devam etmeyi, üniversite okumayı hayal ediyor. Cezaevinde bunu başaran pek çok arkadaşının olduğundan bahsediyor.
8 Temmuz’da bir yılı dolduracak olan mahpusluk sürecine ve 15 yıl hapis cezası almış olmasına rağmen, umudunu yitirmemiş, gülen yüzü solmamış olan Çilem, yine kadınlara birlik ve dayanışma mesajları gönderdi: “15 yıl bir son değil, daha mücadelemiz bitmedi”
Ziyarete gitmeden önce arkadaşlarıma sormuştum ‘İletmek istediğiniz bir şey var mı?’ diye. Arkadaşım Fatma Mayil’in yazdıkları elime geç ulaştığından iletemedim. Bir dahaki sefere artık. Belki de röportajı okur, oradan görür Çilem. Fatma şöyle yazmıştı mesajında: “Bazen Çilem’in fotoğrafını açıp bakıyorum… Yüzünü inceliyorum. Gerçekten güzel diyorum. Ama o dik duruşu var ya, çenesi yukarda duruşu ve hafif gülümseyişi… Onu en güzel yapan o işte. Bakıyorum ve umutla doluyorum, en çok da cesaret ve güçle doluyorum. Sımsıkı sarıl yerime ve öp onu yanaklarından.”
Çilem hayata umutla bakıyor; onun binlerce kadın tarafından sahiplenilmesi belki de bu umudu ve dik duruşu nedeniyledir.
Çilem’le dava süresince yaşadıklarını, 15 yıllık cezayı nasıl karşıladığını ve kadınların dayanışmasını nasıl hissettiğini konuştuk. Sohbet dört duvar arasındaydı ama söyledikleri; aklı ve ruhu özgürlükle dolu bir kadının dilinden dökülenler oldu.
İşte sohbetimiz…
Karar açıklandığında ne hissettin, 15 yıllık cezayı nasıl değerlendiriyorsun?
Aslında kendimi hazırlamıştım biraz. Karar açıklanırken maddeleri falan bilmediğim için tam anlayamadım. Hatta mahkeme başkanının yazdırdığı karşı oyu dinlerken acaba ceza vermediler mi diye düşündüm, sordum, “Bana şimdi ne verdiniz başkanım” diye. O da “Sana oy çokluğu ile 15 yıl verdik, ben karşı oy kullandım” dedi. Aslında o an için “Bu cezayı bana değil, iki buçuk yaşındaki kızıma verdiniz” demek istedim, ama söylemedim sonra. Neticede başkan da karşı oy kullanmış, bana inanmış.
Bir tek damla gözyaşı dökmeden çıktım adliyeden. Dışarıda bana desteğe gelen kadınların ismimi haykırmaları, tepkileri bana güç verdi. Adliyeden cezaevine getirildim, yine gülüyordum. Buradaki arkadaşlar, memurlar “Tahliye oldun değil mi?” dediler. “Yok, 15 yıl aldım” dedim, kimse inanmadı. “Hiç 15 yıl almış gibi durmuyorsun, şaka yapıyorsun” dediler.
Babam, savcılık izni alıp gelmiş. Çok üzülmüşler. Ama ben onlara da “Ben iyiyim, siz iyi olun, kızıma iyi bakın” dedim. Ben ona moral vermeye çalıştım.
Bir tek gece haberleri izlerken gözlerim doldu. Avukatlarım açıklama yapmışlar, “Biz onun kız kardeşleriyiz, yanındayız, bu iş daha bitmedi” demişler. Bana kız kardeşimiz demeleri beni çok duygulandırdı. 15 yıl cezayı duyduğumda ağlamadım ama bu dayanışma sözleri karşısında gözyaşlarıma hakim olamadım.
Tamam, ben 15 yıl aldım, özgürlüğümden oldum ama bir yandan da yarı özgür sayılırım. Hem dışarıdan gelen destek özgürleştiriyor beni, hem de sonuçta böyle olmasaydı ben cezaevinde değil, mezarda yatıyor olacaktım. Şimdi sonuçta yaşıyorum, yaşım genç. Elbet çıkacağım buradan ve hayatıma devam edeceğim, bu sefer dayaksız, şiddetsiz, özgür olarak.
Ben sadece canımı kurtardım
Başkan karşı oy kullandı ve ceza almamanı istedi. Heyetteki diğer iki üye ise ceza verdi. Bu sana ne düşündürdü?
Zaten yargılamanın başından beri başkanın beni anladığını ve bana inandığını hissediyordum. Beni asıl şaşırtan heyetteki kadın üyenin ceza vermesi oldu. Bir kadın olarak hemcinsimin beni anlamasını beklerdim. Erkek bakış açısının yansıdığını düşünüyorum karara. Başından itibaren beni bir yakınınızın yerine koyun, öyle düşünün demiştim. Ama yapmadılar. Sadece ben değil, ailem, annem, babam, kardeşim de onun tehdidi altındaydılar. Başvurabileceğim her yere başvurdum ama sonuç alamadım. Yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu. Sadece canımı kurtardım. Bu nedenle cezanın haksız olduğunu düşünüyorum.
Bu kararı haksız görenlerin çok olması, toplumun büyük kesiminin sana destek olması seni nasıl etkiliyor?
Olay olduğunda “Hep kadınlar mı ölecek, biraz da erkekler ölsün” demiştim. Aslında bu sözlerim için bile bana baskı uygulayabilirlerdi. Ama herkes beni sahiplendi, anladılar. Ben yalnız olmadığımı biliyorum. 2-3 gün olmuştu cezaevine geleli, artık ben yandım, ayvayı yedim diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Kamuoyunun desteği cezayı daha katlanılabilir kılıyor. Hepsini yatacak olsam da biliyorum ki ben bu 15 yıl cezayı hak etmedim. O yüzden vicdanen rahatım. Yaşadığım acılar aklıma geldikçe vicdan azabı bile duyamıyorum. O kadar çok çektim ki.
Ben direnirsem herkes direnecek
Sen ceza aldıktan hemen sonra serbest bırakılman için imza kampanyası başlatıldı, iki günde 65 bin imzaya ulaşıldı. Kampanyadan haberin var mıydı?
Bu da bana bir umut, bir güç oldu. İlk annemden duydum kampanyayı. Sonra buradaki memurlar söylediler. Hatta “Biz de imza verdik” diyenler oldu. Bana “Sen en fazla 7-8 ay daha yatarsın, cezan bozulur, çıkarsın” diyor herkes. Benim davamda ve kadına yönelik diğer şiddet davalarında kamuoyu duyarlılığının etkisi olduğu düşüncesindeyim.
Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?
İçeride olduğum müddetçe eskisinden daha fazla yazmayı düşünüyorum. Kendimi geliştirmek istiyorum. 15 yıl başka nasıl geçer (Gülüyor). Bana verilen bu kamuoyu desteğinin azalmaması için de çaba harcayacağım. Diğer kadınlar gibi unutulmak istemiyorum. Direnmek, mücadele etmek bana iyi geliyor. Benim durumumda olan pek çok kadın var. Onların da sesi olmak istiyorum. Ben sessiz kalırsam toplum da sessiz kalacak, ben direnirsem herkes direnecek.
‘Kadın dayanışması şart’
Özgecanın dosyası ve senin dosyan. İkisi de çok simgesel oldu. Şimdi Özgecan’ın yaşadığı ve öldürüldüğü kentte cezaevinde yatıyorsun…
Özgecan’ın öldürüldüğü şehir, benim yaşadığım, hayatıma sahip çıktığım şehir. Bu çok anlamlı bir tesadüf aslında. Bunu cezaevi memurları ile çok konuştuk. Özgecan’ın öldürüldüğü yer ile askeriye arasında pek mesafe yokmuş. Burada Özgecan’ı ve ailesini tanıyanlar var. Keşke onun da elinde kendini savunacak bir şey olsaydı da kurtulsaydı diyor herkes. Keşke kurtulsaydı.
Özgecan ve senin davan çok tartışıldı, gündem oldu. Ama aslında bunun gibi binlerce dava var. Bu davalar hakkı ile takip edilebiliyor mu sence?
O kadar çok ki böyle davalar, hepsinin takip edilebildiğini sanmıyorum. Kişi sağsa eğer benim gibi o zaman daha mümkün, ama öldüyse kadın örgütleri haberdar olabildiği kadarıyla takip ediyorlar. Kadın dayanışması kesinlikle şart. Şimdi kadın dayanışmasının eskiye göre daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ben önceleri pek bilmiyordum mesela. Belki bilseydim daha farklı olurdu yaşananlar, daha önce karşı koyardım. Bana destek olanlar olurdu, daha önce kurtulurdum. Mesela ben yeniden evlenecek olsam, asla bir tek tokat dahi kabul etmem. (-Bunu söylediğinde zaten sana kimse tokat atamaz, korkar insan diyoruz. O da gülüyor.) Evet burada mutfaktaki usta bizden korkuyor, yedi tane cinayetçi var. Korktuğunu söylediğinde başta şaka yapıyor sanıyorduk, ama galiba ciddi.
Beraat al gel, yarım kadın neymiş görsünler!
Son dönemde devlet kademelerinde kadını aşağılayan, hor gören, eksik gören yaklaşımlar çok arttı. Sence bu söylemler yargıyı, karakolları, polisi vs. etkiliyor mu?
Tabii ki çok etkiliyor. Hani bir kereden bir şey olmaz diyen bakan vardı ya, Sema Ramazanoğlu. İşte bu zihniyet baştan aşağı böyle yansıyor. Mesela bana polis ‘Bir şey olmaz kocandır’ diyebiliyor. Bu en baştan en aşağıya kadar böyle gidiyor.
Ben yıllarca karakollarda benzer bir muamele ile karşılaştım. Yargılanmam sırasında savcı mütalaasında ‘Evin iaşesini Hasan karşılıyor’ dedi. Yani erkek dövüyor, ama ekmeğini yiyorsun, nasıl ona karşı gelirsin! İşte bu aslında egemenlerin sesi, aklı. İçerideki kadınlarda dahi bu fikir çok yaygındı aslında. Biz burada epey değiştik. Buradaki çoğu kadını da etkilediğimi düşünüyorum. Dosyalarımı gösterdim onlara, ifadelerimi okudum, daha önceki başvurularımın belgelerini gösterdim. Bunları gördükçe inandılar bana ve ‘Seni nasıl koruyamadı bu polisler’ dediler. Onların da algıları değişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun özgünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır, eksiktir, yarımdır” şeklinde bir açıklaması olmuştu. Bununla ilgili ne düşünüyorsun?
Bunu birkaç gün önce koğuştan arkadaşlar ile konuşmuştuk. Hatta arkadaşlar bana “Beraat al gel, yarım kadın neymiş sende görsünler, laflarını yesinler” demişlerdi. Biz işçi koğuşunda on kişiyiz ve burada dahi çalışıyoruz. Bu sözlere buradaki tüm kadınlar tepki duydu. Böyle hepimiz toplanmış gazete okurken görmüştük bu açıklamayı, hatta mahkum arkadaşlarım, “Aynı bizim onu okuduğumuz gibi o da senin beraatını okusun da görsün neymiş yarım kadın” demişlerdi.
Koğuşta yaş ortalaması nasıl? Koğuştaki kadınların hikayeleri birbirine benziyor mu?
Ben orta yaşlı sayılırım. Benden küçük 21 yaşında biri daha var. Buradakilerden birisi kendisine tecavüz etmeye çalışan birini öldürmüş. Biri de yine aynı gerekçe ile kocasının amcasının oğlunu öldürmüş. Birbirimizi en iyi, aynı suçu işleyenler olarak anlıyoruz sanırım. ‘İnsan nasıl kocasını öldürür?’ diyenler de var. Gerçi ben de eskiden daha farklıydım. Mesela dayak yiyordum, şikayetçi oluyordum, ama bunun dışarı çıkmasını, duyulmasını istemiyordum, utanıyordum. Cezaevinde dinlediğim hayatlarla gördüm ki kadına yönelik şiddet, sanılandan daha fazla.
‘Olay gerçekten şöyle oldu hakim bey’
“Olay şöyle oldu hakim bey” diye Ayşen Aksakal tarafından yazılan kurgusal bir yazı yayımlanmıştı Evrensel gazetesinin Pazar ekinde. Yazı sanki senin savunmanmış gibi algılandı. O yazıyı görme şansın oldu mu?
Yazıdan haberim var ama tamamını görmedim. Parça parça gördüm başka haberlerin arasında. (Çilem’le ilgili basında çıkan haberleri topladığımız dosyadan yazıyı çıkarıp veriyoruz, okuyor, gülüyor) Keşke bunu daha önce getirseydiniz. Ben savunma olarak bunu yapsaydım hakim kesin beni bırakırdı. İpek isimli bir gazeteci ile mektup üzerinden röportaj yapmıştım. O, nasıl evlendiğimi falan ayrıntılı olarak sormuştu, ben de anlatmıştım. Acaba bunu yazan orada yazdıklarımı mı gördü? Benzer şeyler vardı o anlattıklarımda. Burada yazılanlar o kadar çok benziyor ki yaşadıklarıma, bence bu kurgu falan değil. Gerçekten beni yazmış yazan, yaşadıklarımı yazmış.
Çilem’in savunması: Yaşam mücadelesi veriyordum
Evlendiği ilk günden itibaren ölüm tehditlerine ve şiddetine maruz kaldığı kocasını, kendi hayatını kurtarmak için öldüren Çilem, mahkemedeki ilk ifadesinde de kocasını öldürdüğü anla ilgili tam olarak böyle diyor: “Yaşam mücadelesi veriyordum.”
“Azrail canını alacak gibi evde yaşayan bir ölüydüm son zamanlarda” diyen Çilem; hiç bıkmadan, usanmadan kocasını defalarca şikayet etmiş. 19 ayrı suçtan aranan kocasının polislerle işbirliği içinde olduğunu ve polislerin kendisine sürekli bilgi aktarımında da bulunduğunu iddia eden Çilem, aslında sığındığı yerin de onun için güvenli olmadığını biliyordu.
O son anlarla ilgili ise şunları söylüyordu Çilem:
“Yatak odasının kapısını kilitledi ve kilidi elini aldı, benim yatak odamın içinde kiler var orada mavi, bordo, gri bir valizim vardı ayağıyla itekledi ‘Hazırlan gidiyoruz’ dedi. Ben de ‘Nereye gidiyoruz’ dedim. ‘Üç kadın bir de sen. Ayarladım, gidiyoruz’ dedi. ‘Nereye, nasıl gidiyoruz, sen ne diyorsun’ dedim; o sıra elimi saçına attı saçımı kıvırdı. Etim kopacak sandım. Yatağın üstünde o kadar çok üstüme bindi ki tekmeyle yumrukla boğazıma çöktü. Artık kendimi kurtarmak için altından zor kalktım kalktığım sırada ben yastığın üstüne düştüm kendisi de yatağın diğer tarafına düştü. Elim silaha gitti. Silaha gitti ve o anki can korkusuyla ve panik halinde sıkıp sıkmadığımı değip değmediğini bilmediğim halde düşünce ben onu saklandı sandım. Elinden düşen anahtarı aldım, kapıyı üstünden kilitledim. Arkamdan gelecek korkusuyla çocuğumu aldım, çıktım evden. Olay bu şekilde oldu efendim.”
Çilem’in ifadesindeki şu cümle yaşadıklarının ne kadar gerçek olduğunu ispatlama isteğiydi aslında; “Karar vermeden önce beni bir yakınınız yerinize koymanızı istiyorum. Hepinizin gelini, kızı var. Bu yaşadıklarımı lütfen göz önünde bulundurun.”
kaynak: halkingunlugu.net
Demokratik Kadın Hareketi (DKH) üyeleri, gericilerin hedefinde olan LGBTİ Derneği’ni ziyarette bulunarak LGBTİ yönetim kurulu üyeleri Ebru Kırancı ve Ejder Narsap ile röportaj gerçekleştirdi. DKH ayrıca 19 Haziran’da yapılacak Onur Yürüyüşü’ne de çağrıda bulundu
HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Onur yürüyüşüne sayılı gün kala LGBTİ’lerle dayanışmak amacıyla DKH Taksim’de bulunan LGBTİ Derneği’ni ziyaret ederek birlikte mücadeleyi büyütme çağrısında bulundu. Aynı zamanda DKH üyeleri LGBTİ yönetim kurulu üyeleri, Ebru Kırancı ve Ejder Narsap ile onur haftası etkinliklerine dair kısa bir röportaj gerçekleştirdi
DKH: 7.Trans onur haftası etkinlikleri başladı. Etkinlikler nasıl gidiyor ve nasıl bir karşılık bekliyorsunuz?
Ebru Kırancı: Harika gidiyor..yarın trans iks gösterimi var.Ondan sonra obür gün trans but belgeselinin gösterimi var. Zaten program dolu doluydu bu yıl. Ve sonuna yaklaşıyoruz çalışmaların, 19 Haziran’da da taksim’de Fransa konsolosluğu önünde start vereceğiz yürümek için.
Ebru Kırancı: Bu etkinlikler daha çok bilinçlendirme seviyesinde oluyor bildiğim kadarıyla yani genç arkadaşlarda gelip bizim fikirlerimizden yararlanabilirler. Mesela ben bu akşam misafirhane konusunda konuşma yapacağım bir arkadaşımla beraber, yani misafirhanenin kuruluş süreciyle ilgili yani dört sene önceki süreci anlatacağım.
DKH: Bu yılki tema direniş ve barış gerici savaş konseptinin her gün dahada yükseldiği koşullarda bu tema çok anlamlı. Siz buradan neler söylemek istersiniz?
Ebru Kırancı: Vallaha savaş en kolay olandır barış ise en zor olandır. Bu barışın gerçekleşmesi bu ülkede şart ben her zaman bunu söylüyorum bu yürüyüş trans Onur Yürüyüşü 19 Haziran’da yapılacak olan Gezi olaylarından sonra bir ilk olacak, tüm duyarlı kesimlerin katılmasını bekliyoruz, çünkü bu yürüyüş insanlık yürüyüşüdür. LGBTİ hakları aynı zamanda insan hakları olduğu için buna tüm kendine demokratım, sosyalistim diyen kim varsa herkesin yoldaşların, hevallerin , herkesin elini taşın altına koyma zamanıdır. Özgürleşeceksek beraber özgürleşeceğiz yoksa diktatöre boyun eğeceğiz.
DKH: AKP iktidarının cinsiyetçi ve homofobik uygulamaları karşısında nasıl güçlü birleşik bir mücadele hattı örebiliriz?
Ebru Kırancı: İşte beraber mücadele etmeliyiz ki yan yana omuz omuza sırt sırta vermeliyiz ki bu adamlar artık toplumu sindiremediğini kendilerinin karşında güçlü bir muhalefetin olduğunu hissetmeliler. Bu korku onlara yeter.
DKH: İktidar erkinin Orlando katliamında da devam eden ikiyüzlü politikalarını biliyoruz. Tetikçi medya burada katliamı atlarken ülkenin cumhurbaşkanı taziye dileklerinde bulunuyor buna dair görüşünüz nelerdir?
Ebru Kırancı: İkiyüzlülük, kendi ülkendeki eşcinsellere, lezbiyenlere, geylere sahip çıksana Erdoğan. Bakalım 19 Haziran’da sınayacağız !!!
DKH: Dinci, gerici, ırkçı güruhların tehditleri direniş ve kararlılıkla geriletildi. Mümkün olabilecek bir saldırıya karşı çağrınız nedir?
Ejder Narsap: Ezidi kadınlar, Rojova’da ki kadınlar pazarlarda satılırken Ensar Vakfı’nda 45 erkek çocuğa tecavüz edilirken sesleri çıkmayanlar, bugün bizler üzerinden ahlak edebiyatı dersi yapıyorlar. Bu anlamda Türkiye sol, sosyalist demokrat tüm kamuoyunu gücümüze güç katmaya, 19 Haziran saat 17.00’da Fransız konsolosluğuna davet ediyoruz.
DKH: Demokratik kadın hareketi olarak bize ayırdığınız zamandan ötürü teşekkür ederiz. Bu mücadele sadece LGBTİ’lerin mücadelesi değil, özgürleşmek isteyen bütün kadın ve insanların mücadelesidir. Bugün ‘’TC’’ devletinin özelde Kuzey Kürdistan genelde ise tüm halklar üzerindeki yaptığı asimilasyon, katliam ve soykırım saldırılarına karşı 19 Haziran’da birlikte dayanışma ruhuyla hep birlikte alanlarda olmamız gerekiyor. Aynı gerici zihniyetin ABD’nin Orlando eyaletinde LGBTİ’lere yönelik gerçekleştirdiği barbar katliamı lanetleyerek, katliamda katledilenleri bir kez daha saygıyla anıyoruz.
kaynak; halkingunlugu.net
Onur Haftası Komisyonu’ndan Ebru Kırancı ve Ejder Narsap, tehditlere rağmen yürüyüşün gerçekleşeceğini ifade etti
HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Evrensel’in haberine göre, Onur Haftası Komisyonu’ndan Ebru Kırancı ve Ejder Narsap, tehditlere rağmen yürüyüşün gerçekleşeceğini ifade etti.
‘Yaşam hakkımız için yürüyeceğiz’
Trans Onur Yürüyüşü için valilikten izin istemediklerini ifade eden Ebru Kırancı, yürüyüşün 7 yıldır izinsiz yapıldığını söyledi.
Trans Onur Yürüyüşü’nün barışçıl bir yürüyüş olduğunu ve bunun için kanunen izin almak zorunluluğu olmadığını belirten Kırancı, devletin yürüyüşün sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi için güvenlik önlemi almakla yükümlü olduğunu da sözlerine ekledi.
Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları’nın tehditleriyle ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını söyleyen Kırancı, “Bizi her gün öldürülüyor, dayak yiyoruz. Bir gün de yaşama, çalışma ve politika hakkımız için dayak yiyelim” dedi. Bu yıl ki Trans Onur Yürüyüşü’nün temasının DirenBarış olduğunu hatırlatan Kırancı “Ya başkaldıracağız ya da zulme boyun eğeceğiz. Ramazan ayı dolayısıyla bizden saygı bekliyorlarsa onlar da bizlerin yaşam hakkına saygılı olacak ve barışçıl yürüyüşümüze izin verecekler. Devlet bizi korumak zorunda” şeklinde konuştu.
‘Ablukayı dağıtacak güçteyiz’
Kişisel sosyal medya hesapları üzerinden de çok sayıda tehdit mesajı aldıklarını ifade eden Ejder Narsap, “Biz bu saldırılara karşı sokağa çıkmazsak hiçbir zaman çıkamayacağız. Yolda gördükleri bir geyi bir transı çok rahat katledebilecekler. Ama bizler son bir haftadır bize karşı oluşturulan bu saldırı konseptini ve ablukayı dağıtacak güçteyiz. Tehditler umurumuzda değil, onlara rağmen yürüyeceğiz” dedi.
Alperenler’in her sene benzer şekillerde tehditlerde bulunduğunu belirten Narsap, “Maraş’tan ve Çorum’dan biliyoruz ki devlet kendi yapamadığını bunlara yaptırıyor” diye konuştu. Orlando saldırısını gerçekleştiren IŞİD’in kendinden olmayan herkesi katlettiğini ifade eden Narsap, LGBTİ derneklerine yönelik saldırının gerçekleşebileceğinden endişe duyduğunu dile getirdi.
Dünyanın her yerinde kutlanıyor
Onur Haftası adı ile gerçekleşen etkinliklerin temeli 1969 yılında ABD’nin New York şehrinde Marsha isimli bir trans kadının attığı bir taşla başlamıştı. Baskı, şiddet ve ayrımcılığa dayanamayan eşcinseller Stonewall Inn adlı kendileri üzerinde baskı kuran polisi bara hapsetmiş ve 4 gün boyunca sokaklarda çatışarak eylemler yapmıştı. LGBTİ mücadelenin dönüm noktalarından biri olan gün dünyanın her yerinde Onur Haftası kapsamında kutlanıyor.
kaynak; halkingunlugu.net
Müslüman Anadolu Gençlik (M.A.G.) ve Alperen Ocakları’nın tehdit ettiği ve katliam çağrısı yaptığı Onur Yürüyüşü yasaklandı
HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Müslüman Anadolu Gençlik (M.A.G.) ve Alperen Ocakları’nın tehdit ettiği ve katliam çağrısı yaptığı Onur Yürüyüşü yasaklandı.
İstanbul Valiliği, LGBTİ+ Onur Haftası kapsamında düzenlenecek yürüyüşe izin vermeyeceğini açıkladı.
Bu yıl 24’üncüsü düzenlenecek etkinlikler kapsamında yapılması planlanan Onur Yürüşü hakkında valiliğin yaptığı açıklama şu şekilde;
“Bazı basın organları, internet siteleri ve sosyal medyada, LGBT üyeleri tarafından 19-26 Haziran 2016 tarihlerinde Taksim’de düzenleyecekleri bir yürüyüşe çağrı yapıldığı anlaşılmaktadır.
Valiliğimizce, başta katılımcılar olmak üzere vatandaşlarımızın güvenliği ve kamu düzeni gözetilerek anılan günlerde bu yönde bir toplantı ve gösteri yürüyüşü tertip edilmesine izin verilmeyecektir. Bu tür etkinliklerin nerelerde yapılabileceği de, yasa gereği önceden ilan edilmiştir. Değerli İstanbullu hemşehrilerimizin bu tür çağrılara itibar etmemelerini, Güvenlik Güçlerinin bu yönde yapacağı uyarılara riayet ederek yardımcı olmalarını rica eder, kamuoyuna saygıyla duyururuz.”
kaynak; halkingunlugu.net
HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Ak Parti Hükümeti “sıcak aile” söylemlerine sırtını yaslayarak kadınlar üzerinden rejimi tayin etme sevdasından hiç vazgeçmediği için, son 14 yıl kadınlardan ve cinsellikten en çok konuştuğumuz dönem oldu. Bu nedenle ne zaman kadınlarla ilgili bir tartışmanın içine çekilsek, bunun esas olarak bir rejim tartışması olduğunu akılda tutarak, önümüze konanın ötesine geçerek konuşmamız gerekiyor.
Bugünlerde de uzun adıyla “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu” olan, Ak Parti’nin “Aile Bütünlüğünün Sağlanması” ismi ile duyurduğu, gerçekte ise “Boşanmaların Önlenmesi” olarak faaliyet gösteren Komisyonla aynı gündemin içindeyiz.
Komisyon Ocak ayında çalışmalarına başlayan 3 aylık bir araştırma komisyonu olarak faaliyet gösterdi. 21 Nisan’a kadar gerçekleştirilen 23 toplantı ve 11 il ziyaret ile hayli yoğun bir programı oldu. Ortaya çıkan Rapor ise kadınların tarihsel kazanımlarına el uzatan önerileriyle feminist hareketin gündemine oturdu.
Komisyon çalışmaları sıklıkla getirdiği önerilerle sınırlı olarak eleştirildi. Ancak feminist hareket açısından Komisyonun işleyişi ile ilgili yordam tartışmasını ihmal etmemek ve önerilerin makullüğüne yönelik değerlendirmelerin ötesinde, bu önerileri getiren iktidarın meşruiyetini tartışmaya açmak önemli.
Komisyon açısından yordam tartışması; şiddet ve hiyerarşinin üretildiği, elitizmin dayatıldığı bir ortamda sunulan doğru önerilerin de yanlış adrese gideceği iddiasını önümüze koyuyor. Nitekim çağırılan uzmanlarca sunulan bazı makul önerilerin sonuç kısmına yansımamış olması, kadına yönelik şiddeti önleme üzerine yapılan sunumlarda Ak Partili üyelerin kadınların fırsatçı olduğunu, yasayı sömürdüğünü ima eden açıklamalarda bulunması gibi örnekler bunu gösteriyor.
Benzer şekilde Hülya Gülbahar’ın muhalif görüşlerine Komisyon’un Ak Parti’li üyesi Sait Yüce’nin gösterdiği tepki, diğer Komisyon üyelerinin bu konudaki tavrı, Komisyon’un HDP’li üyesi Dirayet Taşdemir’in olay üzerine sunduğu önergede Komisyona davet edilecek uzmanlar için istediği güvencenin karşılıksız kalması (Nitekim Yüce, daha sonra bir başka uzmana aynı tavrı gösterdi), kadınlar lehine bir düzenlemeyi olanaksız hale getiren şifreler olarak Komisyonun işleyişinde açığa çıkıyor. Feministler açısından yine Sait Yüce’nin Hülya Gülbahar’a “Milletvekili ol, gel öyle konuş” demesi ile görünürleşen milletvekili-yurttaş ilişkisi tartışması da, Raporla getirilen doğrudan kadınlara yönelik öneriler kadar gündemleştirilmeye değer.
Raporun ruhu, elitizmin iki örneği ile açığa çıkıyor: Cinsiyet eşitliği konusundaki perspektif yoksunluğunun etkisiyle vaka odaklı olarak ele alınan sorunların, eğitimle ve yasal düzenlemelerle çözülebileceğine ilişkin güçlü bir vurgu söz konusu. Cumhurbaşkanı, Sağlık Bakanı, Adalet Bakanı bugünlerde yine kadınları hedef alan sözleriyle gündemdeyken, Raporda geçen “Türkiye’nin en büyük çözümü(nün) eğitim” olduğu tespiti bu siyasi iklimin etkisini ötelemekten başka iş görmüyor.
Şiddet de dahil olmak üzere kadınların yaşamlarını kısıtlayan, kadınların kendi tanımlarını yapmalarının, kendi hayatlarını kendilerince kurmalarının önüne geçen bütün sorunların marjinalleştirilmesi, Komisyon toplantılarında da, Raporda da aşinası olduğumuz bir yaklaşım. Türkiye’nin erkeklik sorununa değil de kadınların şiddete uğradığı vakalara odaklanıldığından; sorunlar erkek işsizse işsizlik, bağımlıysa bağımlılık, bunlardan hiçbiri yoksa öfke kontrolü üzerinden marjinalleştiriliyor. Mevcut durumlar Türkiye’nin erkeklik resmindeki süreklilikler değil, “kutsal aile”deki kopuşlar olarak yorumlanıyor. Bu ‘sorunlu erkekler’in nasıl oluyor da kadınlarla ilişkileri dışındaki hayatlarında patronlarıyla, arkadaşlarıyla sorunsuz ilişkiler geliştirebildikleri sorgulanmıyor.
Cinsiyet eşitliğinin yapısal önerilerle Rapora yansımasını engelleyen de bu yaklaşım. Raporu tamamladığınızda, cinsiyet eşitliğinde ısrar eden bir politik iddiaya dair bir fikri süzemiyorsunuz. Bu nokta kadınlar için getirilen önerilerin hayatlarına dair stratejik kararlarda inisiyatif almalarını mümkün kılan, “güçlenme”ye tekabül eden adımlar yerine, geçici iyileştirmelerle sınırlı hizmetleri birbirinden ayırmak için ayrıca ele alınmalı.
Verilere göre Türkiye’de “boşanma sorunu” yok
Komisyonun kendisi, faaliyetleri ve Raporun içerisinden bağımsız olarak, boşanma sorunu varmış gibi bir intiba yaratmak üzere kurulmuş. Oysa Komisyona davet edilen uzmanların sunduğu verilerde de ortaya çıktığı gibi Türkiye’de boşanma, Ak Parti’nin gündemleştirdiği şekliyle bile yakın ve uzak gelecekte sorun olarak görünmüyor. 18 yaş üstü nüfusun yüzde 2.8’i boşanmış, hayatında en az bir kez boşananların oranı ise yüzde 4. Boşananların da yüzde 80’den fazlası yeniden evleniyor. 2023’de bile boşanma hızı 1.93 olarak tahmin ediliyor.
Boşanma, henüz Komisyonda sunumlar yapılmadan önce Ak Parti tarafından bir sorun olarak saptanmış belli ki. Nitekim Boşanma Süreci Danışmanlığı şu anda 81 ilde Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlükleri ve Sosyal Hizmet Merkezlerindeki uzman personel aracılığı ile Boşanma Öncesi Danışmanlık Hizmeti, Boşanma Sürecinde Danışmanlık Hizmeti ve Boşanma Sonrası Danışmanlık Hizmeti olmak üzere üç aşamalı olarak verilirken, “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM)” sadece 41 ilde faaliyet gösteriyor. Nüfusun yüzde 4’ü için yüzde yüzlük, nüfusun yüzde 50’si için yüzde 50’lik çözüm!
Ak Parti de bu gerçeği bilmesine karşın, neden boşanma sorunu olduğuna ilişkin bir intiba yaratmakta bu kadar ısrarcı? Bu noktada eşcinsellik mevzusundan da iyi bildiğimiz, bazı istenmeyen toplumsal davranışların özendirilerek yaygınlaşabileceği yaklaşımı devreye giriyor. Sanki boşanmak Türkiye’de bir toplumsal statü kaybına yol açmıyormuş, kadının yoksullaşmasının temel dinamiklerinden birini oluşturmuyormuş ve boşanan kadınların da yüzde 74’ü boşandığı eşinden şiddet görmüyormuş gibi, boşanmak, bir özenti ile gidilebilecek bir heves gibi sunuluyor. Bu durum aynı zamanda, feminist hareketin Hükümet üzerindeki yarattığı korku olarak okunmalıdır. Katledilen kadınların duruşmalarını izlemeye gittiğimizde erkeklerin “kadınları özendiriyorlar” cümlesinin iktidar nezdindeki tekrarıdır.
İddianın tersine, Komisyon’da sunulan verilerden en az boşanmanın 1 ve daha az süreli evliliklerde, en fazla boşanmanın ise 16 yıl ve üstü evli kalanlar arasında olduğunu görüyoruz. Boşananların yüzde 80’i ebeveyn. Yani boşanma Türkiye’de öyle kolay girilebilen bir süreç değil. Vatandaşlarına özenti ile başa çıkamayan çocuk muamelesi yapan iktidarın aksine, kadınlar sürecin zorluğunun farkında.
Boşanma kararının toplumsal bir karar gibi sunulmasının ardında da aynı zihniyet yatıyor; bireyler kendisi için neyin iyi olacağını Devletten iyi bilemeyeceğinden, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ boşanma davalarında devletin araya girmesinin önemine atıfta bulunuyor(!). Dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu boşanmanın toplumu ilgilendiren bir karar olduğuna vurgu yapıyor. Komisyon’un Ak Parti’li üyesi Hüsniye Erdoğan arabuluculuğun toplumda zaten fiili olarak uygulanıyor olmasını meşru bir dayanak olarak sunabiliyor.
Ancak Komisyon’da sunulan verilerde de, boşanmadan ziyade boşanma süreçlerinin çatışmalı olarak geçmesinin yarattığı sorunlar öne çıkıyor. İPSOS araştırmasında, görüşülen bireylerin yarısı boşanma başvurusunu avukat olmadan gerçekleştirmesi dolayısıyla mağduriyet yaşadığını ifade ediyor, sorun durumunda uzmanlardan destek almak isteyenlerin oranı ise sadece yüzde 3. Bugün özellikle küçük şehirlerdeki “şiddetli geçimsizlik” davalarının aslında büyük oranda “şiddet dolayısıyla geçimsizlik” davaları olduğu, kadınların şiddeti açıkça beyan edemediklerinde bu başlıkla başvuru yaptığı, bu nedenle boşanma davalarının çoğunlukla kadınlar tarafından açıldığı biliniyor.
Komisyon’da “boşanmalar özendiriliyor” yaklaşımı ile birlikte kendini gösteren ikinci yaklaşım kadınların suçlu/fırsatçı olduğuna ilişkin imalarda ortaya çıkıyor. Örneğin Ak Parti’li Komisyon üyesi Sait Yüce 10.02.2016 tarihli toplantıda bazı kadınların gayri ahlaki yaşantısını devam ettirmek amacıyla kocasını uzak tutmak için şiddet gördüğü şeklinde yanıltıcı beyanlarda bulunduğunu iddia ediyor. Aynı toplantıda yine Ak Parti’li üye Hüsniye Erdoğan, benzer bir iddiayla, koruyucu ve önleyici tedbirlerin alınması noktasında sadece beyanın belki sakıncalı olduğunu ifade ediyor. Tutanaklarda benzeri ifadelere rastlamak mümkün.
Komisyon’daki öneriler Halkların Demokratik Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin muhalefet şerhleri ve kadın örgütlerinin açıklamaları ile eleştirildi (1). Öne çıkan birkaç konuya kısaca değinecek olursak;
Çocuk tesliminde Aile Bakanlığı’na yetki verilmesi gibi örneklerle hukuken yetkisiz makamlar yetkilendiriliyor
Dini değerler ve kültür yapısının ailede aktarımında tekçi bir yaklaşım dikkat çekiyor. Değerler eğitimi adı altında Sünni İslam’ın erken yaşta yaygınlaştırılması, yurt dışındaki vatandaşlar için getirilen anadilde hizmet gibi önerilerin Türkiye’deki vatandaşlar için mevzubahis edilmemesi, aile danışmanlığı uzmanları için cinsiyet eşitliği konusunda bile yeterlilik talep edilmezken “milli kültüre duyarlılık” ölçütünün konulması bu yaklaşımın örnekleri.
“Terör” açıkça bir asimilasyon malzemesi olarak tekrar karşımıza çıkıyor. Dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu ASDEP Projesine değinirken, ’11 doğu ilinde’ çalışmaların başladığını, ‘terör mağduru illlere’ öncelik verildiğini ifade ediyor. Bakanlık Davutoğlu’nun açıkladığı Master Planı’nın uygulayıcısı olarak devrede.
Yaşlı bireylerin evde bakımı önerisinde, yine kadın emeğinin gelenek üzerinden görünmezleştirdiği, cinsiyetçiliğin en çiğ örneklerinden birini görüyoruz.
En fazla gündeme gelen erken evlilik ile ilgili öneride “5 yıl başarılı ve sorunsuz evlilik” şeklindeki muğlak bir ölçüt üzerinden mağduriyeti giderme iddiası var. Kadın örgütleri evlendirilme yaşının 18’e yükseltilmesini beklerken, erken yaşta evliliğe cezasızlık getiriliyor. Ancak bu noktada konunun gündemleştirilme biçiminin de çok rahatsız edici, erken yaşta evlenen kadınların tamamını aşağılayıcı olduğunu gözönünde bulundurmak gerekiyor. “Tecavüzcüsüyle evlendirilme” ifadesi feminizmin kadınlara onların kıymetinden ulaşmayı hedef edinen, iradelerini ezip geçmeyen dili ile çelişiyor.
Türkiye’de sosyal devletin gelir ve dayanışma açısından ailenin yerini alabilecek bir kurumsallaşmayı gerçekleştirmemiş olması, hane odaklı sosyal destek politikaları olarak kendini gösteriyor. Rapor, bu açıdan aynı tekrarla karşımızda. Temel gelir desteği talebini bu noktada ele almak önem taşıyor.
Aile konutu şerhinde delil aranmaması koşulu bertaraf edilmeye çalışılıyor.
Aile hukuku duruşmalarının gizliliği önerisi ile ailenin koşulsuzca kutsandığı ve süreçleri takip eden kadın örgütlerinin devre dışı bırakılmaya çalışıldığı izlenimini ediniyoruz.
Aile Mahkemesi hakimlerinin aile duyarlılığı olan kişilerden seçilmesi önerisinin, hali hazırdaki yasal düzenleme açıkça Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırıyken, mesleki yeterlilik ölçütleri ile çelişirken tekrar edilmesi vahimdir. (2)
Kadın istihdamı ile ilgili önerilerde, bu konudaki öncelikli sorun olarak son birkaç yıldır gündeme getirilen çocuk bakım ve eğitimi hizmetlerinin çeşitlendirilerek yaygınlaştırılması ile ilgili öneri bulunmuyor. Benzer biçimde, OECD ülkeleri arasında çalışma saatlerinin en uzun olduğu 4. Ülke olan Türkiye’de kadın istihdamının artırılması için çalışma saatlerinin kısaltılmasına yönelik öneriler görmezden gelinmiş.
Bu konudaki diğer önemli sorun ise Komisyon toplantılarında da ara ara meyledilen “çalışan kadınlar boşanıyor” yargısını hedef alacak bir çalışmanın öngörülmemiş olmasıdır. Bu konuda özel politika gerektiren grupların istihdamı ile ilgili öncelikli dönüşüm programında vaadedilmiş olan kamu spotlarından, esnekleşme ile ilgili vaatler gerçekleştirilmiş olmasına rağmen eser yok
Toplum yararına çalışma kadın çalışma biçimi halini almışken, bu programlardan öncelikle kadınların yararlandırılmasına yönelik öneri ironik.
Boşanma arabuluculuğu, kadınların iradesini erkeklere ve toplumsal kabullere teslim etmeye yönelik bir uygulama olarak devreye sokuluyor.
Bu eleştirilerin yanı sıra özellikle bireysel silahsızlanma ile ilgili taleplerde bulunmak gerekiyor. Yanı sıra bugün yürüttüğümüz tartışma esas olarak kadınların kamusal hayata katılımı, kadınların hayatın içinde olması, görünürleşmesi ile ilgili bir noktaya varıyor. Bu açıdan kentlerin kadın dostu haline getirilmesini farklı önerilerle gündemleştirmek gerekiyor.
Rapora karşı ne yapmak gerekiyor?
Komisyonun çalışmalarına karşı esas olarak izlememiz gereken yol, bu düzenlemeleri önümüze koyan Hükümetin meşruiyetini tartıştıracak öneriler getirmek, çalışmalar yürütmektir. Boşanma Komisyonu’na itirazımızı yükseltirken ASPB’nin bütün hizmetleri, diğer Bakanlıkların ise kadınlara yönelik hizmetlerini izlemek, gündemleştirmek bu nedenle büyük önem taşıyor. Kendi yayınlarında ailede rıza varsa eşitsizliğin önemsiz olduğunu söyleyen bir Aile Bakanlığı’nı tanımadığımızı, ona verilen yetkilere güvenmediğimizi haykırmak gerekiyor.
Hükümetin tek bir konu üzerinden önümüze koyduğu gündeme Türkiye’deki cinsiyet eşitsizliği bağlamını işaret ederek karşı çıkmalıyız. Esnek ve güvencesiz istihdam yapısıyla kadınların büyük bir kısmının İş Kanunu’nun kapsamı dışında kalması, esnek çalışmanın bir kadın çalışma biçimi halini alması, erkeklerin 9 bin 800’ü sosyal güvenlik kapsamındayken kadınların sadece 3 bin 500’ünün bu haktan faydalanabilmesi, kadınlarda okuma yazma bilmeme oranının erkeklerden 5 kat fazla olması, TÜİK rakamlarına göre kadınların yüzde 40’ına yakının şiddet görmüş olması, Kadın Dayanışma Vakfı çalışmasına göre her 100 kadından 97’sinin en az bir kere şiddetin bir biçime maruz kalmış olması gibi veriler, Komisyon’da da olduğu gibi, kadınlarla erkekleri eşitlemek adıyla kadınlardan alınanların onları ne kadar dezavantajlı bir toplumsal bağlamla başa çıkmak zorunda bıraktığını açıkça gösteriyor.
Ek olarak, Komisyon’a karşı çıkılırken yapılması gereken rapordaki çelişki ve hilelerin ortaya konulmasıdır. Ak parti bir yanılsama yaratarak itirazı törpülemek için kullandığı “torba” yöntemini her yerde uyguluyor. Raporda da uzmanların makul önerilerinin sonuç kısmına yansımadığı hatta çeliştiği örneklerle karşılaşıyoruz. Örneğin İPSOS tarafından yapılan sunumda kanun uygulayıcıların mal rejimini çalışmayan kadınlara yönelik en önemli güvencelerden biri olarak ortaya koymasına rağmen, boşanma davalarının sadece yüzde 3’ünün mal paylaşımı davaları olduğuna dikkat çekildiği halde, Raporda kadınlar açısından mal rejimi ile ilgili kısıtlara gidiliyor.
Sonuç olarak kendimize sormamız gereken Ak Parti’nin görüş ve yaklaşımlarının belirleyici olduğu bu Komisyon’un makul öneriler getirmesi halinde tablonun değişip değişmeyeceği olmalı. Sorun, önerilerin ötesinde, bu iktidarın kadınlar adına söz ve politika üretme meşruiyetinin olmaması sorunudur. 11 çocuğundan 5’i engelli olan bir anneye “yılın annesi” ödülünü vererek fedakarlık güzellemeleriyle kadınlığı sömürenleri tanımadığımızı haykırma zamanıdır.
(1) Komisyon Raporuna yönelik açıklamalar ve muhalefet şerhlerine Kadının İnsan Hakları Derneği’nin internet sayfasından ulaşabilirsiniz.
(2) Ağrı Milletvekili Dilan Dirayet Taşdemir bu konuda bir kanun değişikliği teklifi verdi.
Gülnur Elçik
Kaynak: BİANET
HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Mercan Vadisi’nde katledilen 17’lerden olan Berna Saygılı Ünsal ve Gülnaz Yıldız, kadın özgürlük mücadelesinin tanrıçaları olurken, onların mücadele mirasını devralan kadınlar, öz yönetim alanlarında, sokaklarda, meydanlarda, dağlar da erk ve soykırımcı zihniyete karşı mücadele etmeye devam ediyor. 17’lerin sesi Mercan Vadisi’nde kadınların sesinde yankılanmaya devam ediyor.
Dersim’in Ovacık ilçesi Mercan Vadisi’nde 16 Haziran 2005 tarihinde MKP’lilerin kongreye hazırlık toplantısına devlet güçleri tarafından ağır silahlarla saldırı gerçekleştirildi. Genelkurmay Başkanlığı tarafından yönetilen katliam saldırısı 2 gün sürerken MKP Merkez Komite üyelerinin de aralarında bulunduğu 17 kişi katledildi.
Yaşanan katliam devrimci mücadele tarihinde “17’ler” olarak anılmaya başladı. Katledilenler arasında bulunan Berna Saygılı Ünsal ve Gülnaz Yıldız: mücadeleyi ve özgürlüğü iliklerine kadar hisseden iki kadın. Berna ve Gülnaz toprağa düştü, topraktan tüm canlılara ve kadınlara yeni bir hayat oldu. Berna ve Gülnaz’ın katledilmesinin ardından geçen 11 senenin ardından aileler ise hala aynı acıyı yaşadıklarını belirterek, evlatlarını yakınlarını unutmadıklarını söyledi.
Kavgasının militanı özgürlüğün arayışçısı Berna..
21 Ağustos 1971 yılında Aydın’ın Germencik ilçesine doğan Berna, ilkokulu Kırıkkale, ortaokulu Ankara’da bitirdi. 1989’da ODTÜ’de Endüstri Mühendisliği’ni kazanan Berna, kaymakam babasına karşı kendi yaşamında özgürlük arayışını esas aldı.
Öğrencilik yıllarında partisiyle tanışan Berna, üniversite gençliğinde bir militan oldu. Yaşamında özgürlüğü esas alan Berna, sistemin dayattığı ilişkilere karşı özgür eş yaşamı yaşadı. Mücadelenin içinde tanıştığı Okan Ünsal ile evlendi ve birlikte aynı saflarda mücadele etti.
Ve birlikte 17’ler olarak ölümsüzleştiler
1994 yılında tutuklanan Berna, 2000 ölüm orucuna da katıldı. Ölüm orucu sırasında komaya giren Berna, uzun bir süre etkilerini taşıdı. Cezaevinden çıktıktan sonra ise yurtdışına çıktı. Yurtdışında mücadelesine devam eden Berna, 1. Kongre sonrası parti üyesi oldu ve Yurtdışı Bürosu’nda faaliyet gösterdi. Hayatında ise hep kadın kurtuluşunu esas alan Berna aynı zamanda ADHK Genel Konsey üyesi ve Demokratik Kadın Hareketinin kurucusuydu. İngilizce, Fransızca ve Almanca bilen Berna, ile Dünya Halkları Direniş Hareketi ve Demokratik Kadın Hareketi’nin inşasına önemli katkılarda bulunan Berna, MKP’nin 2. Kongresi’ne Yurtdışı delegesi olarak katıldığı toplantıda uğradığı katliam sonucunda 17’lerle birlikte ölümsüzleşti. Berna katledilmesinin ardından Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Ümidin savaşçısı Berna…
Berna’nın bir etkinlik sırasında şu şiiri okumuştu: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, akarsuyun meyve çağında ağacın, serip gelişen hayatın düşmanı. Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına, çürüyen diş, dökülen et, bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet.”
Berna ardında ise, geriye bir direniş ve mücadele örneği bıraktı. Yaşama ve kavgaya sunduğu emekle anılacak olan Berna’nın mücadelesini kadınlar her alanda devam ettiriyor. Kadınlar ümit düşmanlarına karşı özgürlüğü savunuyorlar.
Direngenliğin adı oldu elleri tütün kokan Gülnaz’ın
1979 yılında Tunceli-Hozat, Zankirek Köyü’nde doğan Gülnaz, daha sonra Manisa’ya yerleşti. Anadolu Öğretmen Lisesi’nde yatılı olarak okuyan Gülnaz ve yaz ayların tütün toplayarak geçiniyordu. Elleri tütün kokan Gülnaz, yaşanan haksızlıklara karşı çıkan birisi oldu hayatı boyunca. 1998 yılında Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliğini kazandığı sırada Partizan Gençlik ile tanışarak mücadeleye katıldı. 16 Mart 1999 yılında “örgüt operasyonu” adı altında düzenlenen baskıda gözaltına alınan Gülnaz, 4 gün gözaltında kalarak mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Gözaltı sürecinin ardından mücadelesinde gençlik yapılanması için devam eden Gülnaz, gençlik örgütlenmesine karşı yapılan baskılara rağmen mücadelesinden vazgeçmedi. Gülnaz’ın yaşamında vazgeçmek yoktu, direnmek vardı.
Devrime olan inancıyla özgürlüğe ulaştı
20 Ekim 2000’de başlatılan Ölüm Orucu sırasında okulda yapılan eylemlere de aktif bir şekilde katılan Gülnaz, okuldan uzaklaştırma cezası aldı. Baskılara karşı mücadelesini daha da yükselten Gülnaz, “Kadın olmadan devrim olmaz” şiarıyla yönünü dağlara döndü. 2002 yılında yüzünü özgürlüğe dönen Gülnaz, gerilla mücadelesinde kısa süre içinde güçlendi ve komutan yardımcısı oldu. Mücadele alanın doruğunda olan Gülnaz, öz verisi ve fedakarlığıyla örnek bir kadın olarak tarihe geçti. MKP ‘nin kongreye hazırlık toplantısında 17’lerle ölümsüzleşen Gülnaz, “Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez, Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganlarıyla Dersim’in Zankirek Köyü’nde marşlarla uğurlandı.
Geçen yılların ardından yaşanan katliama karşı AİHM’e yapılan başvuru sonucunda ise, AİHM yaşanan olayın bir insan hakları ihlali ve suçu olduğunu belirtti. AİHM ilk defa kırsal alanda yaşanan bir çatışmanın ardından bu kararı verdi.
Gülnaz ve Berna’nın mücadele mirasını devralan kadınlar, öz yönetim alanlarında, sokaklarda, meydanlarda, dağlar da erk ve soykırımcı zihniyete karşı mücadele etmeye devam ediyor. Ve kadınlar, her toprağa düşen kadın için bir kez daha sarılıyor özgürlüğüne ve mücadelesine…
17’lerin sesi hala Mercan Vadisi’nde yankılanmaya devam ediyor.
JINHA
HABER MERKEZİ (17.06.2016) – Cinayetlere Karşı Acil Önlem Grubu, 18 Haziran’da ülke genelinde “Hayat Bizim” eylemleri düzenleyecek.
Boşanma komisyonunun raporunu tanımadıklarını ifade eden Cinayetlere Karşı Acil Önlem Grubu, İstanbul’da düzenlenecek eylemin saat 15.00’da Beşiktaş’ta yapılacağını belirtti.
“Hayat Bizim” eylemleriyle ilgili yapılan açıklamada ise şu ifadelere yer verildi;
“Hayatımız bizim, boşanma komisyonu raporunu tanımıyoruz!
Bundan yıllar önce hayatımıza sinsice sızmaya başlayan, iktidarın erkek egemen ve muhafazakar politikaları, bugün gündelik hayatımızı açıkça şekillendirmeye kadar vardı. “Kadının görevi çocuk doğurmaktır” dediler, “En az 3 çocuk” dediler, “Kahkaha atmak iffetsizlik”, dediler, “Kürtaj katliamdır” dediler, “Kadın mıdır kız mıdır belli değil” dediler, “Eşcinsellik hastalıktır” dediler, “Kızlı erkekli yaşanmaz” dediler, “Tecavüze uğrayan kadın doğursun, devlet bakar” dediler, “Doğum kontrolü ihanet” dediler, “Anne olmak istemeyen kadın yarımdır” dediler…
Yıllarca kadınlar adına konuştular, konuşuyorlar. Biz duymaktan bıktık, onlar ne yapmamız gerektiğini söylemekten bıkmadılar! Ağızlarını her açtıklarında kadınlara hayatı dar ettiler. Her sözleriyle bizi sokaktan, işten, meclisten, okuldan evlere göndermeye çalıştılar. Şimdi de boşanmayın diyorlar, boşanmamızı engellemek için ellerinden gelen ne varsa yapıyorlar. Şiddet yuvası olan evlere bizi mahkum etmeye çalışıyorlar. Meclis çatısı altında kurulan boşanmaları araştırma komisyonu, kadınlar olarak bugüne dek mücadelemizle kazandığımız tüm hakları gasp etmeyi amaçlıyor.
Ama bir şey unutuyorlar: biz canımızı sokakta bulmadık! Eğer hala yaşıyorsak, canımıza kast eden her türlü politikanıza rağmen, savaştan, muhafazakarlıktan, ırkçılıktan beslenen tüm erkek egemen uygulamalarınıza rağmen bizler hala hayattaysak bu, mücadelemiz sayesindedir. Biz, canımızı sokakta bulmadık, ama mücadelemizi sokakta var ettik! Sizden, haklarımıza yöneltilen saldırılarınızdan, canımıza kast eden tehditlerinizden korkmuyoruz! Bizler, öncekilerde olduğu gibi, boşanma komisyonu yoluyla yapmaya çalıştığınızın da farkındayız. Komisyonu tanımıyoruz!
18 Haziran Cumartesi tüm illerde kadınlar olarak sokaklarda olacak, hayatlarımıza sahip çıkmaya, haklarımızda ısrar etmeye devam edeceğiz!”
kaynak: halkingunlugu.net
“Bu toplumun erkekleri bizim yatak odamıza girmeye çok hazırlar, her türlü fırsatı kolluyorlar. Ama konu toplumsal yaşama katılmamıza geldiğinde ‘Toplum hazır değil’ deniyor. Aslında bu toplumun erkekleri hazır değil. Seks yapmaya hazırlar ama iş vermeye hazır değiller. İkiyüzlü bir ahlak anlayışı…”
Kıvılcım Arat, İstanbul LGBTİ
“Direniş ve Barış” temasıyla düzenlenen 7. Trans Onur Haftası, 49 eşcinselin hayatını kaybettiği Orlando katliamının burukluğuyla başladı. Bir taraftan da İstanbul’daki Onur Yürüyüşleri’ne yönelik tehditler sürüyor.
19 Haziran Pazar günü saat 17.00’da İstiklal Caddesi’nde gerçekleşecek 7. Trans Onur Yürüyüşü öncesinde İstanbul LGBTİ’den Kıvılcım Arat ve Deniz Rojda ile buluşup trans hak mücadelesini, yaşadıkları sorunları ve tüm dünyaya yayılan nefret iklimini konuştuk.
Söz Kıvılcım ve Deniz’de…
Neden Trans Onur Haftası ve LGBTİ Onur Haftası, iki ayrı etkinlik şeklinde düzenleniyor?
Kıvılcım: Bu iki hafta koordineli bir şekilde gerçekleşiyor, yani birbirimizin programından haberdarız ve birlikte ilerliyoruz. Trans Onur Haftası’nı ayrı örgütlememizin sebebi, transların yaşadığı sorunların geyler, lezbiyenler, interseksler, biseksüellerden ayrı olması.
Öncelikle trans kadınlar görünürler, toplum içinde gizlenme gibi bir durumları yok. Dolayısıyla toplumsal yaşama karışırken yaşadıkları sorunlar, engeller çok farklı. Bunlara ek olarak trans kadınların büyük bir çoğunluğu seks işçiliği yapmak zorunda kalıyor. Üç dil de bilsen, beş diploman da olsa eğer transsan iş bulma şansın yok.
Kendi üzerimden bir örnek vereyim: Ben üniversite mezunuyum. Dönüşüm sürecine başlamadan önce bir şirkette çok iyi bir konumda çalışıyordum, çok da iyi maaş alıyordum ama dönüşüm sürecimle birlikte bu işi bırakmak zorunda kaldım.
Kısacası sorunlar farklılaşınca, çözümler de farklılaşıyor ve özgün bir mücadele alanı ortaya çıkıyor. Bizim ayrı kutlamaktaki amacımız, transların özgün sorunlarını ve hak taleplerini daha iyi anlatabilmek.
O zaman transların gündelik hayattaki sorunlarından bahsedelim biraz da.
Kıvılcım: En basit örnek şiddet. Özellikle Ortadoğu’da şiddet algısı kaba dayaktan geçiyor. Yani kaba dayak yemediğiniz sürece kimse şiddet gördüğünü düşünmez. Evden çıkamamanızın, kısıtlanmanızın bir şiddet olduğunu anlamıyorlar.
Translar için şiddet hayatın günlük bir pratiği. Yaşadığınız alandan çıktığınız andan itibaren şiddet başlıyor. Bu durum kademe kademe fiziksel şiddet ve ölüme gidebiliyor. Türkiye Cumhuriyeti kendini sosyal devlet olarak adlandırıyor ama sosyal devlet transları tanımıyor, translar temel haklarının hiçbirinden yararlanamıyor.
Barınma hakkı. Örneğin sıradan bir vatandaşa 20 bin lira verin, aynı gün kendine bir ev bulur. Ama bir trans kadın cebinde 50 bin lira da olsa 2-3 ay ev bulamaz. Birçok trans kadın arkadaşının aracılığıyla ev bulabiliyor. Avcılar Meis Sitesi örneğine bakalım. Transların 20 yıldır yaşadığı ve 20 dairelerinin olduğu Meis Sitesi’ndeki linç girişimlerinden sonra orada sadece bir daire kaldı. Gencecik trans arkadaşımız Seda dövülerek katledildi ve cami bahçesine atıldı.
Deniz: Katile verilen ceza indiriminin gerekçesinde de “maktulün travesti olması” ifadesi yer aldı. 9-10 yıl ceza aldı.
Kıvılcım: Sağlık hakkı en temel haklardan biri ama translar için geçerli değil. Hatırlarsanız, trans bir kadın arkadaşımıza doktor bakmayı reddetmişti. Benzer bir şey benim de başıma geldi; çok kötü bir haldeyken gittiğim doktor beni nörolojiye yönlendirdi. Hastalar beni sırtlarında çıkardılar doktorun yanına kadar. Ama doktor beni görünce “Ben sana bakmayacağım, randevu alman lazım”. Kendimi telkin etmeye çalıştım; “Hayır Kıvılcım, bu transfobi değil, prosedür böyledir” diye. İlk gittiğim doktora geri dönüp durumu anlattığımda bana prosedürün böyle olmadığını söyledi ve “Alışacaklar” dedi. Ve ben ertesi gün yoğun bakıma kaldırıldım, dört gün komada kaldım. Yani translar için sağlık hakkı da yok.
Hukuka gelince, malum, trans katilleri 3-5 yıl yatarı olan cezalarla ödüllendiriliyor, katilin beyanı esas alınıyor.
Yaşam hakkı bildiğiniz gibi, onlarca nefret cinayeti işleniyor.
Eğitim hakkını birçok trans okul hayatında dışlandığı için ve okuldaki transfobik tutumları engelleyecek bir mekanizma olmadığı için eğitim hayatlarını yarıda bırakmak zorunda kalıyorlar.
Ulaşım hakkı en basiti, ama translar şehirlerarası otobüs kullanamaz. Şehiriçinde de toplu ulaşımı kullanamaz. Bu araçlara bindiğinizde inanılmaz bir taciz yaşanıyor ve bu tacize ses çıkardığınızda ise “o kadar kadın varken seni mi taciz edeceğim” diye üzerinize yürüyorlar. Ve o sırada halktan da destek gelmiyor, tek başınıza kalıyorsunuz.
Kısacası toplumsal yaşamın tüm kapıları size kapatılıyor.
Trans kadınların çoğunun seks işçiliği yapması da bunların bir sonucu mu?
Kıvılcım: Evet. 100 tane iş başvurusu yapıyorsan, ikisinden dönüş alıyorsun. O iki geri dönüşte de ya gecenin bir vakti otel lobisine ya da bir otel odasına çağırıyor.
Bu ne demek?
Kıvılcım: Akşam 11’de otele iş görüşmesine çağırıyorsan, seks yapmaya çağırıyorsundur.
Üniversitelerdeki trans arkadaşlarımıza kendi dayanışma ağlarımız üzerinden iş bulmaya çalışıyoruz, garsonluk vs gibi. Ama bilinçli insanlar dahi “kamusal alandayız, tamam benim sorunum yok ama çalıştırırsam ben de müşterimi kaybederim” diyor. Çalışma hakkın da olmayınca translar için de varolabilmenin tek yolu zorunlu seks işçiliği oluyor.
Sanki son yıllarda üniversitelerde daha çok trans öğrenci var. Bu gözlemim doğru mu?
Kıvılcım: Evet. Ben bunu aktivizmin bir etkisi olarak görüyorum. Okullardaki alternatif örgütlenmeler sayesinde kendilerine yaşam alanları açabiliyorlar. Eskiden böyle bir gerçeklik yoktu.
Sizce bu insanlar mezun olunca iş bulabilir mi?
Kıvılcım: Çok zor. Çok büyük bir ihtimal işsiz kalacaklar.
Deniz: Şöyle de diyebiliriz, “diplomalı orospu” olacaklar. Başka bir seçeneği yok çünkü. Sistem bir taraftan sana seks işçiliğini dayatıyor, diğer taraftan da seks işçiliği yaparken seni karakolda tutuyor, Kabahatler Kanunu’ndan ceza kesiyor. Cezalar 500 liraya çıkmış, bu da bir transın iki gün boyunca devletin kestiği cezaya çalışması gerek.
Kıvılcım: Devlet bu yöntemle el altından vergi topluyor.
LGBTİ hareketi çoğu noktada kadın hareketiyle kesişiyor, Kıvılcım da hem LGBTİ hareketinde hem kadın hareketinde örgütlü. Sizce hak savunucuları ve kadın hareketi içinde seks işçiliği meselesine yaklaşım nasıl?
Kıvılcım: Söz konusu seks işçiliği olduğunda, alternatif siyaset yürütenler de aynı toplum gibi ikiyüzlü bir politika izliyor. Tartışmalarda ben hep şunu söylerim: Yıllardır Aleviler cemevlerinin ibadethane olduğunu söylüyor. AKP de “Hayır, tek ibadethane camidir” diyor. Bizim burada duruşumuz ne? Aleviler oraya ibadethane diyorsa, orası ibadethanedir çünkü olayın özneleri Alevilerdir. Başkasına laf söylemek düşmez.
Seks işçiliği de böyle bir alan. Seks işçiliği üzerine politika üreten, söz söyleyen insanlara hayatta kaç seks işçisiyle tanıştığını, konuştuğunu sorduğunda cevap sıfır. Kimse seks işçilerinin ne düşündüğünü sormuyor. Kadın hareketi de genel olarak böyle. Ama Demokratik Kadın Hareketi bir ilke imza attı ve seks işçiliğini bir iş kolu olarak gördüklerini beyan ettiler. Bu seks işçiliği alanında çalışanlar için çığır açıcı bir karar. Umarız onların açtığı gedik büyüyecek ve tüm kadın hareketi dışarıdan politika yürütmek yerine alanda çalışan kadınları dinleyip gerçeği görebilecekler.
Trans hareketi deyince akla ilk trans kadınlar geliyor. Trans erkeklerin örgütlenmeleri ayrı mı oluyor? Günlük pratiklerde yaşadıkları sorunlar farklı mı?
Kıvılcım: Sorunlar belli noktalarda benzer, belli noktalarda ayrılıyor. Türkiye’de trans erkekler belli inisiyatif ve kulüpler etrafında örgütleniyor ama Onur Haftasını birlikte organize ettik. Temel taleplerimiz aynı. Bir de trans erkek hareketi yeni örgütlenmeye başlayan bir hareket.
Biraz da Trans Onur Haftası temalarından bahsedelim. Çünkü Onur Haftalarının temaları mücadele tarihini gösterir. Trans Onur Haftası temalarına baktığımızda, konseptin pek de değişmediğini görüyoruz. Türkiye’de bir şey değişmiyor ve bu yüzden de temalar aynı minvalde mi gidiyor?
Kıvılcım: Aynen. Söz konusu LGBTİ’ler olduğunda, translar olduğunda destek olacak kurum, kuruluş bulunamıyor. Orlando katliamında bile Türkiye’de aynısı oldu. Anaakım olaydan “eşcinsellerin gittiği bir bar” diye bahsetti, bir kısmı bunu da görmezden geldi, İslamcı medya ise olayı alkışlayan bir yerde durdu. Hal böyle olunca, toplumsal muhalefet de bir araya gelmeyince, bu reform hareketlerini dayatacak bir güç oluşamıyor.
Mesela 4. Trans Onur Haftası’nın teması “Ekmek, Adalet ve Özgürlük”. Herkesin ihtiyacı olan üç şey. O sırada Gezi’de temel talepler üzerinden bir ayaklanma gerçekleşti ve biz de kendi taleplerimiz ve toplumun taleplerinin aynı olduğu, aynı dünya için mücadele ettiğimiz için bu temayı seçtik.
Ardından “Faili devlet” teması seçildi çünkü cinayetlerin failleri bulunmuyor, bulunanlar da ödüllendiriliyor. Biz de asıl faile dikkat çekmek istedik.
“Bize Bir Yasa Lazım”, barış sürecinde yeni anayasa çalışmaları sırasında belirlendi.
“Direniş ve Barış” da bu seneki tema. Şiddeti biz bir salgın hastalığa benzetiyoruz. Ufacık bir grup bile şiddet görüyorsa, bu şiddet körükleniyor ve topluma yayılıyor. Böylesi bir süreçte de bizim için tek bir çıkış var: Barış. Barışın olmadığı yerde sorunları dillendirmek, görünür kılmak çok zor.
Bizim varoluşumuz zaten bir direniş. Toplumun, devletin, ailenin beden politikalarına bir başkaldırı. Ayakta kalabilmeye, yaşayabilmeye doğru bir direniş. Biz de madem direnmeden var olamıyoruz, biz de direniş tarihimizi inceleyelim, dedik. Etkinliklerde de bunu yapacağız. Aynı zamanda katledilen Kürtlerin, Alevilerin, Rumların, Ermenilerin barış taleplerini birleştirebilmek ve hepimizin barışa ihtiyacı olduğunu dillendirmek adına bu temayı belirledik.
Direnmeyene yaşam hakkı yok, yaşayana da barış şart. Barış bizim gibi toplumun ötekileriyle gelecek, egemenler bize bunu sunmayacaklar. Zaten bu karışıklık ve kan üzerinden besleniyorlar.
Bu bahsettiğin şiddet kültürü tüm dünyada dalga dalga yayılıyor. Orlando katliamı yeni oldu ve bu katliamla birlikte birçok tartışma başladı. Bu konuda siz ne söylemek istersiniz?
Kıvılcım: Orlando’da yaşanan hem bir nefret saldırı hem de bir terör saldırısı. Öncelikle tüm dünyadaki LGBTİ toplumuna başsağlığı diliyorum. Herkesin ortak yara aldığı bir katliam. Bu katliamla birlikte homofobi ve transfobinin ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu gördük. Demokrasi güçleri diye adlandırdıklarımız bile, bu konuda açıklamalar yaparken eşcinsel kelimesini ağızlarına dahi almadılar, saldırının LGBTİ’lere yöneldiğini ötelediler. Bu durum hem dünyadaki nefret algısıyla hem de birlikte yürüdüğümüz insanlarla, kuruluşlarla mücadele etmemizi gerektiriyor. Katliamın asıl hedefini göstermeden geçiştirmek, bu şekilde başsağlığı dilemek suça ortak olmaktır.
IŞİD üzerine bir şey söylemeye gerek yok çünkü biz zaten IŞİD’in yöntemlerini kendi coğrafyamızdan biliyoruz. Arap ve sünni olmayan, kendilerine biat etmeyen herkesi kendilerine doğal hedef seçiyorlar.
Orlando katliamı ve beraberinde başlayan tartışmalar İstanbul’daki Onur Haftalarını nasıl etkiler?
Kıvılcım: İnsanların güvenlik kaygıları var. Ama IŞİD’in eylem tarzı içerisinde alışveriş merkezleri de, otobüs durakları da var. Bugün bu korkudan dolayı yürüyüşü iptal etmek, susmak onların işine gelecek çünkü zaten amaçları insanları bu alanlardan çekmek. Biz Onur Haftası Komitesi olarak alabildiğimiz tüm güvenlik önlemlerini aldık. Bugün AKP istediği yerde yürüyüş yapıyor ve saldırı olmuyorsa, aynı güvenliği bize de sağlaması gerekiyor. En nihayetinde biz de bu ülkenin vatandaşıyız, vergi veriyoruz, bu devletin kimliğini taşıyoruz.
Tepkiyi yürüyüşün yapılmasına değil de devlet yöneltmek gerekiyor ki, güvenliği sağlasın. Sokaklara çıkmayarak bu korku yok olmayacak. IŞİD tehlikesi 3-5 aylık bir tehlike değil. Suriye’deki iç savaş senelerdir sürüyor ve bu coğrafyanın daha 10 yılını alacak. O zaman biz 10 yıl boyunca insan hakları mücadelesine ara mı verelim?
İnsanların güvenlik kaygısı sadece IŞİD’le de de sınırlı değil. Türkiye’den çeşitli gruplar da Onur Yürüyüşü’ne yönelik tehditler savuruyor.
Kıvılcım: Bunların bu kadar güçlenmesini AKP iktidarına bağlıyorum. Bugün Cumhurbaşkanına en ufak eleştiri yapanı dahi geceyarısı evini basıp gözaltına alırken, katletmekten bahseden insanların bu kadar rahat gezmesi hükümetin bunu desteklediğini gösteriyor.
Pazar günü saat 17.00’da İstiklal Caddesi’ndeki Fransa Konsolosluğu önünde olacaksınız. Gelmek isteyenlere, gelmeyi düşünenlere, gelmek isteyip çekinenlere bir mesajınız var mı?
Kıvılcım: Yayılmaya çalışılan bir karanlık var ve bu karanlık mücadeleden galip çıkarsa hepimiz için sonun başlangıcı olacak. Aydınlık bir yarın için, demokratik ve birarada bir yaşam için herkesi Trans Onur Yürüyüşü’ne bekliyoruz. Bu bizim demokratik hakkımız, bunu engelleyecek hiçbir yasal güç yok karşımızda. Herkesi anayasal hakkını kullanmaya çağırıyoruz.
Deniz: Türkiye’de ve Kürdistan’da LGBTİ hareketinin 20 yıllık kazanımlarını, direnişini, DAİŞ gibi, Müslüman Anadolu Gençliği gibi saçma sapan oluşumlara teslim olarak bırakmamamız gerekiyor. Bu yürüyüşler “Hadi sokağa çıkalım” dediğimiz an gerçekleşmedi, 20 yıllık bir mücadele var ve ben alanları terk etmeyi o 20 küsur yıllık mücadeleye ihanet olarak algılıyorum. Biz bugün o alana çıkmazsak, bizden önce Ülker Sokak’ta, Abanoz’da mücadele veren trans kadınlara ihanet etmiş olacağız. Bizim hayatımız direniş. O yüzden Pazar günü oraya gideceğiz ve ne olursa olsun yürüyüşümüzü yapacağız.
Kıvılcım Arat hakkında
Cumhuriyet Üniversitesi Radyo ve Televizyon Yayımcılığı mezunu. 2009 yılından bu yana LGBT hakları üzerine çalışmakta. İstanbul LGBT Dayanışma Derneği ve Eylül Cansın Transevi kurucu üyesi. Demokratik Kadın Hareketi dönem sözcüsü.
Deniz Rojda hakkında
İstanbul LGBTİ aktivisti
kaynak; bianet.org
Elazığ E Tipi Hapishanesi’ndeki kadın tutsaklar “Çıplak ve Özgür” isimli yayınlarıyla kadın mücadelesine yeni ve renkli bir soluk katabilmek amacıyla yayın hayatlarına başladıklarını duyurdular
ELAZIĞ(15.04.2016)- Ülkemizde devrim ve demokrasi mücadelesi verenler mesnetsiz iddialar ve düzmece fezlekelerle gözaltı ve tutuklama terörü ile karşı karşıya kalmaya devam ediyorlar. Bugün hapishanelerin doluluk oranının en fazla olduğu dönemden geçmekteyiz. Gene benzer iddialarla 13 Nisan’da Elazığ’da gözaltına alınan DHF’li tutsaklar Elazığ E Tipi Hapishanesi’nde “Çıplak ve Özgür” adlı tutsak dergisinin 1. sayısını çıkardılar. Kadın tutsakların açıklaması ise şöyle;
Neden “Çıplak ve Özgür”?
Faşizmin çıplak bedenlerimizle esasen kendisini teşhir ettiği bu dönemde bizlere yakışacak en güzel ismin “Çıplak ve Özgür” olacağı kanaatindeyiz. Bu bilinçle her sayımızda kadın merkezli ve kadına dair yazılarımız, şiirlerimiz, öykülerimizle yayın hayatımıza başlamış bulunmaktayız.
Kadın mücadelesine hapishanelerden güçlü yeni ve renkli bir soluk katabilmek amacıyla bu yolculuğa çıktık. İlk durağımız olan sizlere uğrarken Barbara’dan Merallere, Zilan’dan Beritanlara, Bernalardan Gülnazlara, Sakinelerden Sevelere kadın mücadelemizi yükselterek devam edeceğiz.
Kaynak; demokratikkadinhareketi.com
Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi ve Trans Onur Haftası’nı düzenleyen İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği, 19 Haziran Trans Onur Yürüyüşü ve 26 Haziran LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne dönük tehditlere ilişkin suç duyurusunda bulundu.
Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları hakkında bugün İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunan dernekler dilekçede Onur Yürüyüşü’nün tarihine değindi. Orlando katliamını hatırlatarak, “bu tarz tehditlerin çağdaş demokrasileri zedelediğini” belirtti.
Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek, hakaret, ayrımcılık ve tehditten haklarında suç duyurusunda bulunulan Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları, homofobik ve transfobik söylemlerle Onur Yürüyüşleri’ni tehdit etmiş, katliam çağrısında bulunmuştu.
Kaynak: kaosgl.org
15 Haziran 2016’da Saat 18:00’de kadın hareketleri tarafından ABD’nin Orlando eyaletinde gerçekleştirilen saldırıya karşı Köln merkez tren garı önünde protesto mitingi gerçekleştirildi. Saygı duruşunun ardından mitingi örgütleyen kurumlar adına konuşmalar yapıldı. Konuşmanın içeriği esas olarak İŞİD’in bu seferki hedefinin USA’ nın Orlando eyaletindeki LGBTİ bireyleri olduğu, İŞİD’in faşist düşüncesinin onun dışında olan herkesi, her inancı, her yaşam tarzını hedef aldığı, kendisi dışında kimseye yaşam hakkı tanımadığı ve bunu en insanlık dışı metodları kullanarak yaptığı vurgulandı.
Devamında ise emperyalistlerin yarattığı barbarlar çetesi İŞİD’in Kürt, Yezidi, Alevi, Hristiyan, inanan, inanmayan herkesi hedefine aldığı, şimdi ise cinsel yöneliminden dolayı LGBTİ bireyleri onur haftası önceside gözdağı verilmek istenerek katledildiği ifade edildi. Konuşmalardan sonra atılan sloganlarla miting sonlandırıldı.
Örgütleyen kurumlar: Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Yaşanacak Dünya, SKB, Köln VİYAN Kadın Meclisi, Yeni Kadın.
ABD’nin Florida Eyaletinin Orlando şehrinde eşcinsellerin gittiği bir gece kulübünde 50 kişinin öldüğü ve yine 50‘den fazla yaralının olduğu bir saldırı gerçekleştirildi. 2014 yılında aynı dönemlerde Ezidi halkını katliamdan geçiren ve bölge halklarının başına dini kılıf edinerek cellat kesilen emperyalizm ve bölge devletleri tarafından beslenen İŞİD bu saldırıyı yaptığını açıkladı.
Emperyalistler tarafından beslenen IŞİD gibi uluslararası bir suç örgütü, Ortadoğu‘da Ezidilerle başlayan katliamları Kobane ve Rojava’dan, Suruç, Diyarbakır, İstanbul, Paris ve şimdi de Amerika’nın Orlando şehrinde eşcinsel bir kulübe kadar uzandı.Farklı inançlardan, ulus ve kültürlerden ve farklı cinsel yönelime sahip olanları katleden, katletmediğini, özellikle de kadınları cinsel köleler olarak kullanan, satan İŞİD aslında bu sistemin din üzerinden dünya genelinde kazanılmış hak ve özgürlüklere saldırıların son biçimidir. Binlerce yıl önce Atina demokrasisinde hoş karşılanan övülen ve yaşamın bir parçası kabul edilen eşcinsellik tıpkı kadın hak ve özgürlükleri gibi her dönemin çıkarlarına göre baskı altına alınmış veya sınırları çağın otoritelerince gevşetilmiştir.1969 yılında Stonewall ayaklanması eşcinsellere uygulanan devlet baskısına karşı gelişti ve bu ayaklanmanın yıldönümü vesilesiyle yapılan onur yürüyüşleri olarak tarihe geçen LGBTİ direnişi ve kazanımları insanlığın toplumsal adalet ve özgürlüğünün temel taşlarıdır.
Halkların, kendi hak ve özgürlüklerini savunmak ve toplumsal yaşamlarını garanti altına almak için ulus, kültür, inanç, cins ve cinsel yönelimler gibi bin yılları kapsayan mücadelelerini bastırmak ve kazanımlarını yok etmek için günümüzde tüm emperyalistler kendilerinin bir fiil karışmadığı ama kendi çıkarlarına hizmet eden suç örgütleri oluşturmaktadırlar. Hizbullah, Bin Ladin vb. gibilerinin varlığının kaynağı da budur. Fakat günümüzde islamiyet üzerinden geliştirilmesi de yine dinlerin tarih boyunca özel mülkiyet sistemini nasıl koruyup kolladığının açıklamasıdır. Ve her din farklı inançlara, kadınlara ve cinsel yönelimler aynı yaklaşmıştır. Hırıstiyanlık tarihi aynı zamanda kadınlara ve farklı cinsel tercihlere karşı baskı ve katliamlar tarihidir. Orta çağın Cadı Avları insanlık tarihinin en uzun savaşıdır. Bugün de islamiyet üzerinden aynı şekilde emperyalizm kendi tarihini tekerrür etmektedir. İslamiyetin kendi içinde bir bütünlüğünün olmaması, mezhepler ve tarikatlar olarak parçalanmışlığı hatta devletlerin tek din, tek mezhep üzerinden örgütlenmiş olmaları bile kendi aralarındaki ve içlerindeki farklılıkların düşmanlaşmalarına neden olan çelişkilerdir. Her koşulda bireye ya da topluluğa karşı baskı ve katliamların gelişmesi kaçınılmaz ve kitlelerin hiç sorgusuz sualsiz yaşananları görmezden gelmeleri, kabul etmeleri ve hatta histerik bir şekilde parçası olmaları sistemin din ile toplumlara yaptığı zulüm ayinleridir. Artık dünya genelinde en temel hak ve özgürlüklerimizi egemenler sadece yasalarla değil besledikleri kiralık katil örgütlerle katletmektedirler. Bir yandan da silah, uyuşturucu, fuhuş ticaretinin en büyük seyyar pazarı olan futbol şampiyonaları ile de milliyetçiliği, erkek egemenliğini vb. gericilikleri yeniden üretmeye devam etmektedir. Öyle ki onlarca insanın katledilmesi ve yaralanması 22 futbolcunun 90 dakikası kadar haber olmadığı da gerçek.
19 Haziran’da gerçekleştirilecek olan 7.Trans onur yürüyüşü ve yine 26 Haziran tarihinde yapılacak 14.Onur yürüyüşünü karşıladığımız şu günlerde artan nefret söylemleri ile birlikte yapılacak olan yürüyüşleri protesto açıklamaları ve tehdit mesajları yayınlanmaktadır.LGBTİ birey ve kurumlara dönük gerçekleştirilmeye çalışılan bu saldırılara basın açıklamaları ile yanıt veren kurumların, bu tehditlerin iktidarın politikaları sonucu oluştuğu yönlü ifadeleri ve „Daha önceden de milliyetçiler saldırdı, onları püskürttük. Bu tarz çağrılara pabuç bırakmayacağız. Demokrasi güçleriyle, transfobi karşıtlarıyla, LGBTİ’lerle orada olacağız” çağrıları ile Avrupa Demokratik Kadın Hareketi ve Demokratik Kadın Hareketi olarak dayanışma içerisinde olduğumuzu beyan ediyor; yaşanan katliamı protesto ve artan bu saldırılara karşı dayanışmayı yükseltmeye,bütün demokrasi güçlerini yapılacak eylemlere katılım göstermeye çağırıyoruz.
-Gökkuşağını solduramayacaksınız!
DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
14. Haziran 2016
DKH: HER TÜRDEN ZULME, SÖMÜRÜYE VE BASKIYA KARŞI RENKLERİMİZİ BİRLEŞTİRME, UMUDU YEŞERTME ADINA MÜCADELEYE, TRANS ONUR HAFTASINA!
Tekçi faşist TC devleti ve gerici güruhların ezilen halk ve azınlıklara karşı gerici savaşı dayattığı, baskı sömürü cenderesini anti demokratik uygulamalar ile derinleştirdiği bir süreçten geçmekteyiz. Ezilen Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirilen milli baskı ve sömürünün yanı sıra tekçi faşizan özünü yaşamın her alanında sergileyen ve bu sergileyişi de çeşitli gerici kanalları ile meşrulaştıran TC Devleti her alanda algı manipülasyonu yaratmaya ve katliamlara kapı aralamaya devam ediyor.
Tekçi faşist Tc Devleti dinamik tüm alanlara pervasızca saldırmaya devam ederken devletin hiç kuşkusuz baskı ve sömürü politikalarını yoğunlaştırdığı alanlardan birisini de kadın ve LGBTİ’ler oluşturmaktadır. Kadın ve LGBTİ bedenini kendi himayesinde gören; bedeni ve kimliği üzerindeki her türlü saldırıyı kendisine biçilmiş hak olarak kabul eyleyen devlet çeşitli argümanlarıya saldırı konseptini kadın ve LGBTİ’ler üzerinde aleni bir biçimde devam ettirmektedir.
Kadın ve LGBTİ katliamlarının devam ettiği, katliamlara kaşı erkek yargının tarihte tekerrür ettiği, baskı ve sömürünün ezilen halklar ve cinsiyetler üzerindeki tahakkümlerini sistemleştirdiği bir süreçte 7. Trans Onur Haftası’nı karşılamaktayız. 13-19 Haziran tarihleri arasında ‘’Direniş ve Barış’’ teması ile düzenlenecek Trans Onur Haftasının programı “28 Haziran 1969’da Amerika Birleşik Devletleri’nin New York şehrinde Marsha isimli bir trans kadının attığı taşla başladı ‘direniş’. O günden bu güne geleneği devam ettiren translar toplumsal yaşam içerisinde var olabilmenin ilk koşulu olarak gördüler ‘direnişi’. Yaşam hakkından sağlık hakkına, eğitimden ulaşıma, barınmadan hukuka hep ‘direnmek’ oldu var olmanın adı. Bu yıl 7.sini düzenleyeceğimiz Trans Onur Haftasının temasını ise bu sebeple ‘Direniş ve Barış’ olarak belirledik. Hafta boyunca yapacağımız panel ve atölyelerle kendi ‘direniş’ alanlarımızı tartışıp hepimizin ihtiyacı olan ‘barışa’ dair düşler kuracağız. Var olmak için direnmenin gerek olmadığı bir dünya düşünün altında buluşacağız. Kapitalizme, faşizme, ırkçılığa, türcülüğe, cinsiyetçiliğe, erkek egemenliğine karşı olan tüm transfobi karşıtlarını haftaya destek vermeye ve yürüyüşe katılmaya çağırıyoruz. Unutma! Sen yoksan çok eksiğiz!’’ ifadeleri ile kamuoyuna duyuruldu.
Yarını inşa etme cüretimizden aldığımız güç ile korku duvarlarını yıkıyor; yönelen her türlü saldırı konseptine karşı direnişi kuşanıyoruz! Erkek egemen gerici zihniyete karşı savaş açıyor yaşamı direnişler ile özgür kılıyoruz!
Tekçi faşist TC devletine, Erkek egemen sisteme, homofobi ve transfobiye karşı direnişi büyütelim, rengimizi kuşanarak Trans Onur Haftasında umudu yükseltelim!
“Zulmün artsın ki zeval bulasın” demiş eskiler.
Zulüm her geçen gün; pervasızca, hayasızca, hiç bir kural tanımadan çığ gibi çoğalıyor. Zeval bulmazsa hiç kimse kurtulamayacak.
Batıda zorbalığını, baskılarını sürekli arttıran faşizm Kuzey Kürdistan’da her dakika aleni katliamlar yapıyor. Özenle hiç bir canlının yaşayamayacağı hale getirilen Kürt illerinde sürdürülen kıyım ‘vatan savunması’ kılıfı altında meşrulaştırılırken, dolaba saklanan eski ama çok tanıdık kontra yöntemleri de bir bir çıkarılmakta.
Haziran seçimlerinin ardından tüm ülkede korkuyu hakim kılan bir kaos yaratarak Kürdistan’da katliama başlayan faşizm Kürtlerin kararlı direnişlerinin karşısında dilinden düşürmediği ‘Beyaz Toros’larını devreye soktu.
Şırnak Demokratik Bölge Partisi (DBP) il yöneticilerinden Kürt siyasetçi Hurşit Külter göz altında kaybedilmek isteniyor ya da kaybedildi. Geçtiğimiz Pazar günü JİTEM’e ait “BÖF” adlı bir sosyal medya hesabında Külter’in gözaltına alındığı belirtilmişti. Buna rağmen avukatların yaptığı başvuruya Şırnak Emniyet Müdürlüğü ve Şırnak Valiliği, Külter’in gözaltında olmadığı yanıtını verdi.
Hurşit Külter nerede?
Bu sorunun yanıtını almak için Kürdistan’da aralıksız estirilen devlet terörüne bakmak yeterlidir. Batıda en ufak bir hak arama eylemine dahi polisin nasıl barbarca saldırdığını görmek yeterlidir. Bunun için faşizmin şu son bir yılık kan üzerine güttüğü politikasına ve katliam seceresine bakmak yeterlidir. Saraydaki diktatörün ve eski kukla başbakanın savurduğu tehditlere bakmak yeterlidir. Kürtleri yok olmaya ya da şartsız, koşulsuz biat etmeye zorlayan saray darbesi aynı zamanda tüm muhalif kesimlere de gözdağı verme korku ve yılgınlık yaratma peşinde. Durum böyleyken yıllar sonra üstelik tam da Gezi direnişinin üçüncü yıl dönümünde yeniden bir gözaltında kayıp vakasının gündeme gelmesi tesadüf olamaz!
Şimdi burada bir kere daha özlemle andığımız fakat maalesef bir anı olarak kalan Gezi’ye bakmak gerekir.
Gezi direnişi öfkesi, direnci, coşkusu, acısı, neşesi ile Türkiye siyasi tarihinde benzersiz bir ilkti. Çünkü Gezi’de her kesimden, her yaş grubundan, her dinden, dilden, milliyetten bir halk vardı. Kendi içinde, kendiliğinden patlamasının yarattığı büyük özgünlüklere sahipti. Halk öylesi bir öfke ve coşkuyla sokağa döküldü ki; devrim gibiydi demek abartı olmaz. Çok acılar çekildi, çok gözyaşı döküldü, çok canlar yitti ama bu ülkede hiç yaşanmamış delicesine birlikte direniş ve coşku yaşandı. Gezi bize elele verince nasıl da güçlü ve güzel olduğumuzu gösterdi. Fakat bu birlikte direniş ruhu korunamadı. Gezi bitti ama orada yakalanan beraberlik, kardeşlik, ortak direniş kültürünü geleceğe taşıyamadı. Gezi’de kardeştik, Sur’da, Cizre’de, Lice’de olamadık!
Gezi’ de bizken, Şırnak’da onlar olduk!
Gezi’de halktık, haklıydık ; Nusaybin’dekiler terörist oldular!
Gezi’de polis katildi, Hakkari’de kahraman oldu!
İşte bu GEZİ direnişine de büyük bir ihanet oldu…
Ve Gezi’nin üzerinden üç yıl geçti. Gezi’de halka duyduğu kini keyfi tutuklamalarla, baskınlarla, ev ve sokak infazlarıyla kusan faşizm; 2015 Haziran seçimlerinde bir kere daha hezimete uğramanın hıncıyla o günden bugüne resmen adını koymadığı bir darbe ile bütün yurtta terör estiriyor.
Şimdi yeniden devlet kontrası tarafından gözler önünde kaybetme tehditi gündemde! DBP Şırnak İl yöneticisi Hurşit Külter’i kaybetmek istiyorlar.
Bir insan, bir siyasetçi, bir Kürt kaybedildi! Hem de Gezi’nin yıl dönümünde. Eğer biz olup hep beraber direnmezsek yarın muhalif, sosyalist bir Türk kaybedilecek! Ya sonra..
Tüm bu savaş ve yıkıma karşı isyanımızı büyütmezsek, muhalif, sosyalist hiç bir birey varolamayacak, bizler için bir ‘ya sonra yok’ özgürlük hemen şimdi!
Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek!
Hurşit Külter nerede, devlet açıklamak zorundadır!
Hurşit Külter’i kaybetmelerine izin vermeyelim!
Gözaltında Kayıplar Kaderimiz Olmayacak!
Hurşit Külter’i Sağ Aldınız, Sağ İstiyoruz!