ADHK (26.12.2013) İnsanın insanlaşma sürecinde, insanlığın özgürleşme mücadelesinin kızıl neferleri olarak, bulundukları mevcut sistemi değiştirme-dönüştürme pratiklerindeki ögretici mücadeleleriyle tarihe adlarını yazdıran Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve V. I. Lenin yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor.
Emperyalist-kapitalist dünya gericiliğinin köhnemiş ve çürümüş barbarlığının, insanlığı ve doğayı adeta cehenneme çevirdiği bu tarihsel süreçte, geçmiş devrimci kazanımlarımızı sahiplenmek ve devrimin kızıl neferlerinin mücadelelerinden öğrenip, bu mücadeleyi ilerleterek yaşatmak her zamankinden daha fazla önem arzetmektedir. İnsanlığın kurtuluş projesi olan Sosyalizme yürüyüş uzun soluklu zorlu bir yürüyüştür ve bu yürüyüş uzun süreli bir sınıf savaşımını gerektirir. Kokuşmuş ve köhnemiş emperyalist-kapitalist gericiliğe karşı mücadele etmek ve yeni bir dünyanın mümkün olduğunu haykırmak bizler için bir tercih değil, gerçekleştirilmesi gereken bir zorunluluktur.
İnsanlığın özgürleşme mücadelesinin tarihsel yaratıcılarını ve deneyimlerini sahiplenmek ve daha ilerilere taşımak bizlerin en önemli devrimci görev ve sorumluluklarımızdan biridir. Bu perspektif ve zorunluluk bilinci ile tüm bileşenlerimiz ve kurumlarımız başta olmak üzere, tüm kitlemizi 12 Ocak 2014’te Berlin’de büyük sosyalizm yürüyüşünde olmaya ve yeni bir dünyayı kendi ellerimizle yaratma umudumuzu ve kararlılığımızı hep birlikte haykırmaya çağırıyoruz.
12 Ocak 2014 – Saat:10.00 – Frankfurter Tor, BERLİN
Yeniden
merhaba diyeceğim güneşe
Gövdemde akan nehirlere
Bulutlar
gibi uzayıp giden düşünceme
Benimle birlikte kuru mevsimlerde
gecen
Bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
Gecenin
kokusunu hediye eden kargalara
Yaşlılık biçimim olan ve aynada
yaşayan anneme
Tekrarlanan şehvetimle döllenen
yeryüzüne
Yeniden merhaba diyeceğim
Geliyorum, geliyorum,
geliyorum,
Saçlarımla: Yeraltı kokularının devamı
Gözlerimle:
Karanlık tecrübesiyle
Duvarların ötesinden kopardım
dallarımla,
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Ve aşkla dolu
avluda bekleyen kıza
Yeniden merhaba diyeceğim.
Furüg Ferruhzad
(İranlı Şair)
KADIN
Ruhu düşleri kadar engin
Teni dağ esintilerinden ılık
Yüreği okyanus tınısı
yarınları yoğuran ellerinin her bir tırnağında ayrı bir hatıra
her bir tencerede yeni bir hatır
bakışının değdiği yerde umut
sesinin çınladığı her bir kulakta öğüt
kadın
nasırlı ellerinde bebesini yoğuran
kadın
ağıdıyla gülüşlü yarınları var kılan
kadın
işinde köle,
kadın
evinde hizmetçi
kadın
amelinde efendi
kadın
yarın..
(Aslı Şahin)
Bende Kadınım
Tarihlerde arıyorum kadınlığımı
ve yazılmış bir tarihi
kadının ellerinde bulmak istiyorum şimdi
yaşam çeşmesinde
avuçlarımda su istemem boşuna
Avuçlarım çatlamış
dönüyorum her defasında
yaşam çeşmesinden nicedir
Ben de kadınım
Ellerimle dokunuyorum
yüzüme, gözlerime
yüzümdeki maskeler
mavi, siyah ve…
ve bilmediğim nice renk
hiçbiri bana ait olmayan
Ellerimde yüzyılların kirletilmiş
gri renk tonları
Ben de kadınım
Kawa’nın demir seslerinde
Adule’nin aşk ezgisinde
Jan Dearc’ın yangın alevlerinde
İsa’nın çarmıhtaki sesinde sordum
“yok” yazıyordu tarihin cellatları
Ben de kadınım
kirletildi kölelik pazarında kadın yüreğim
Satılık bir candım artık
alanı da, satanı da memnun etmeyen
Ve tüm zamanların ötesinde
kimliksiz kalandım
Gözleri çekik, yüzü aydınlığa dönük
Çinli bir kadındım.
Tüm dünyaya pazarlanan Nataşa
Hindistan’ın haydut kraliçesi
Poolan Devi.
New York sokaklarında
Ve de,
Hollywood’da çıplaklığımı sunan.
Kürdistan’ın yaşam çarmıhında berdeldim.
Ben de kadınım
Zilan’la tarihin maskeli yüzünü
çıplaklığımla yırtandım
Kadınlığın onurunu koruyan
Uçurumlarda Beritan’dım
Güneş ışınlarıyla
ruhumdaki karanlıklarla savaşan
ellerimde kleşle
20.yy’da özgürlüğe sevdalı
bir militandım
Ben de kadınım
21. yy’da GÜNEŞ’ten aldığım ışıkla
özgürlüğü arayan.
Kulaklarımda bir türkü
Gözlerim büyülü bir resim izlemekte
saçlarım özgürlük rüzgarlarıyla
dansa tutuşup uçtu da şimdi
tarih denen
koca, yaşlı çınarın gövdesinde
büyütürüm kendimi.
Kutsal bin yıllık çınarın
egemenler gibi yıkılışını seyretmek
ve umudu yeşertmek istiyorum.
Özgürlük meyvesine gebe
ve güneşin
bambaşka doğup battığı bu coğrafyada
yüzüm güneşe dönük
bir özgürlük türküsü söylemek istiyorum
bu zamanlarda
Rozerin Dedar
Hayal kurmalı kızlar..
yaşamın boynuna ölümüne asılmalı..
elbette beklemeli, atını şaha kaldırmış da geleni..
gözleri ufuktan ayırmamalı..
Belki masum bir yalandı;
hani o, ufuktaki beyaz atlı..
susuzluğumuzun serapı da masumdu..
avuç avuç kum yutturmadı mı ?
Ne prensler öptük be kızlar!
ayaklarımıza yeşil yeşil kurbağalar
dolanmadı mı?
Hayal kurmalı kızlar..
beklemeli ufuktan geleni.
Elbette bir atlı olmalı,
atının rengi al..
kollarının takısı kırılmış bir zincir olmalı..
heybesinde, binlerce yıllık özleminin
mor çiçekleri..
ve saçları, en az atının yelesi kadar uzun olmalı..
Hayal kurmalı kızlar..
yaşamın boynuna ölümüne asılmalı..
K DİLAN
Dr. Sylvia Marcos, Meksiko’da bulunan Psikoetnoloji Araştırma Merkezi’nin yöneticisidir. Marcos’un, pisikiyatri tarihi, genel kadın kültürü gibi çeşitli konular üzerine yazılmış birçok makalesi ve kitapları bulunuyor. Dr. Marcos, cins yapıları ve cinslerin yerli, koloniyal ve post koloniyal kültürdeki özellikleri üzerine yapılan araştırmalara rehberlik etmiştir. Aynı dönemde yaşamış, farklı toplumsal katmanlara ait kadınlar üzerine bir alan araştırması yapmıştır.
Dr. Sylvia Marcos, Uluslar arası Kadın Sağlığı Hareketinin de aktif bir üyesidir.
Türkçye çevrilen kitapları: Farklılık ve Diyalog/ Feminizmler Küreselleşmeye Meydan Okuyor, Bedenler, Dinler ve Toplumsal Cinsiyet
Meksikalı Entelektüel Sylvia Marcos ile Yerli Kadınların
Mücadeleleri Üzerine…
Demokratik Kadın Hareketi Bülteni- sayı 3’den alınmıştır.
DKH Bülteni; Bir kadın olarak mücadelenizi ve kadın sorununa bakış açınızı nasıl tanımlıyorsunuz?
Sylvia Marcos: Ben kendimi 1970’lerden beri yani neredeyse kendimi bildim bileli feminist olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Ancak ‘feminizm’ teriminin bugüne kadar uğradığı çarpıtmalara karşın feminizmin bir dünyayı değiştirme talebi, bir adalet talebi olarak tanımlanması gerektiğini vurgulayarak kendimi feminist olarak tanımlıyorum. Yazdığımkitaplarda ya da makalelerde sürekli olarak feminizm terimini kullanmayı tercih ediyorum.
Genel anlamda feminizmin kadın sorununu toplumsal sorunların dışında ya da üstünde bir olgu olarak tanımlamasının nedeni nedir sizce?
Toplumsal ve siyasi değişimi talep etmeyen feminizm gerçekte başlangıcın yani feminizmin ilk iddalarının çarpıtılmasından ibarettir. Biz başlangıçta yanlızca kadın erkek ilişkilerini değiştirmekle yetinmiyorduk. Her zaman farklı bir dünyayı talep ediyoruz. İstemlerimiz yanlızca kadın ile erkek ilişkilerinin arasında bir adaletle sınırlı değil.
35 yıl kadar önce işe başladığımızda hepimiz sosyalisttik. Feministler, sosyalistler ve komünistlerdi aslında. Başlangıçta böyleydik. Çünkü toplumsal bir değişim istiyorduk. Ama aynı zamanda kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal ilişkilerde ya da toplumsal cinsiyet ilişkilerinde de değişimi talep ediyorduk. Ama şimdilerde özellikle Uluslar arası platformlarda toplumsal ya da siyasal bir değişim talep etmeyen kadınlara oldukça geniş mekanlar açılıyor. Dolayısıyla feminist bir hareket artık neoliberal politikalar tarafından yönlendirilmeye başlandı. Neo-liberal politikalarda toplumsal cinsiyetler açısından bir eşitlik olduğu söylenmektedir. Bu pek çok kadına cazip geliyor. Yani bu politikalara eklemlenmekte bir beis görmüyorlar. Hatta uluslarası düzlemde toplumsal cinsiyet söylemi neredeyse boş bir mekan haline geldi. Şimdi herşeyin bir toplumsal cinsiyet perspektifine sahip olması gerektiği söyleniyor. Bu ancak daha çok kadınlarla erkekler arası ilişkilerde çok sınırlı, hafif değişiklikler içeriyor. Ama gerçek ve derin bir değişimi ihtiva etmiyor bu söylemler.
Kadın sorununa yönelik adımlar atan ve mücadele yürüten kadınlar sizce kadın sorununu daha derinden yaşayan kadınlarla buluşabiliyor mu, onların yaşamında bir değişiklik yaratabiliyor mu?
Yanlızca elit kesimlerde elit düzlemde değişiklikler olursa, bu durumda toplumdaki tüm kadınlar için bir değişim mekanı söz konusu olmayacak, yanlızca toplumun çatısını ilgilendiren bir değişim olacak. Evet, politikaya katılan yani güç pramidinde yer alan ve politik düzlemde yer alan pek çok kadın var ama tabandaki kadınlar bu değişimi hissetmiyorlar ve yaşamıyorlar. Dolayısıyla toplumda gerçek bir değişim olmalı ve alternatif toplumsal mekanlar yaratılmalı kadınlar için. Dolayısıyla benim istediklerim, bizim istediklerimiz belki çok ütopyacı.
Tarihsel terimler çerçevesinde düşünmeyi öğrenmemiz lazım. Bu belkide yüzlerce yılı kapsayan bir biçimde uzun erimli değişiklikleri düşünmemizi gerektiriyor, ama işe başladık. Hatta kendi yaşam sürem içinde de değişiklikleri gözlemledim, dolayısıyla umutsuz değilim. Örneğin sonderece sefil ve yoksul koşullarda yaşayan Meksikalı kadınlar. Yeterli besinleri yok, gerçekten yoksullar ama bu kadınlar , kadınlar olarak haklarını talep etmeye başladılar. Üstelik bunu yaparkende geldikleri kültürel gelenekleri topyekün reddetmiyorlar ya da onu yıkmaya çalışmıyorlar. “Giysilerimize sahip çıkmak istiyoruz” diyorlar, ‘dilimize sahip çıkmak istiyoruz’ diyorlar, inançlarına, dünya görüşlerine sahip çıkmak istiyorlar. ‘satılmak istemiyoruz’, ‘kocalarımızdan dayak yemek istemiyoruz’ diyorlar. Dolayısıyla şimdiden kendilerinden, kendi arka planlarından kaynaklanan önerilerde de talepleri geliştirmeye başladılar. Feminist olarak işe başladığımda böyle birşeyi tahmin dahi edemezdim. Yani bu kadınların ağzından bu taleplerin dile gelebileceğini tahmin bile edemezdim. Böyle bir şeyi düşünmek mümkün değildi ama oluyor ve bunlar bir kadın hareketi. Genellikle feminizmi erkeklerden nefret etmek ya da lezbiyenlikle özdeşleştirdikleri için kendilerini feminist olarak feminist olarak tanımlamaktan kaçınıyorlar. Evet, erkeklerden nefret eden ya da lezbiyenliği tercih eden feminizm var. yani feminizmin bir kısmıda bu. Ancak ; dikkat ederseniz, biz feminizmlerden yani çoğul olarak feminizmlerden söz ediyoruz. Bu çok önemli.
İlginçtir ki feminizme yeni kuramsal yaklaşımlar genellikle üçüncü dünya ülkelerinden geliyor. Örneğin Çandıra, Makandev, Hintli, daha birkaç tane var. önemli olan şu ki pek çok feminizm biçimi olduğunu söylüyorlar. Sosyalisten hegemoniğe kadar çok geniş bir spektrum içinde pek çok feminizmin oluğunu söylemekteler. Yani toplumun farklı kesimleri feminizmi farklı yorumladıklarını, dolayısıyla feminizimlerden bahsedilmesi gerektiğini söylüyorlar. Yani bu, komünist ya da sosyalist bir feminist perspektifini dışlamaz. En azından Meksika’da belki komünist bir feminizmden söz edebiliriz.
Kadın sorununun çözümü için siz hangi mücadele yöntemlerini benimsiyorsunuz?
Kökenlerden söz ederken şunu göz önünde bulundurmalıyız. Patriarkal ya da ataerkil düzenlemeler. Düzenlemeler diyorum, çoğul olarak. Tüm toplumlarda her kadının, her zaman kurban durumunda olduğunu ileri sürmek doğru değil. Pek çok ataerki biçimi var. birbirinden farklılar bunlar. Dolayısıyla her birinin özgül olarak ele alınması, bölgelere, etnik guruplara kültürlere göre ataerklerin nasıl yapılandığına dikkat edilmesi gerekiyor. Örneğin erkek egemen toplumlar var. bunların bazıları örneğin; ana yanlı toplu soy örgütlenmesi olabiliyor. Topyeküncü bakış açısıda anlamlı olmuyor. Her bir bölgede, dünyanın her bölgesinde ataerkil düzenlemenin nasıl işlediğine bakmak zorundayız. Dolayısıyla çok özgül olmalı, yereli önemseyen konumumuz olmalı. O zaman tükendiklerini keşfedebiliriz. Bu kadınların, Zapatista kadınların da patriarkal, ataerkil bir düzenlemesi var. ama Meksika’da ki kentsel kesimlerdeki düzenlemelerden çok daha farklılar. Farklı mekanlara sahipler. Dolayısıyla kendi mücadelerini kendileri tayin etmek durumundalar.
Savaşların ve özellikle emperyalistlerin saldırılarının oldukça yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Sizin var olan savaşlara ve savaşlar içersinde kadınlara dair düşünceleriniz nelerdir?
Ben savaşın yanısıra özellikle savaşlar içersinde özel bir yöntem olan düşük yoğunluklu savaşlardan söz etmek istiyorum. Bu savaşın yeni bir biçimi, özellikle dünyanın bütün azınlıklarını ilgilendiren savaşlar olmaktadır. Yanlızca Irak savaşından söz etmemek gerekir. Yeni savaş, daha çok terörist tekniklerle yürütülen düşük yoğunluklu savaş, tıpkı Kürtlerde olduğu gibi ya da yerlilerde (Latin Amerika yerlilerinde) olduğu gibi azınlıkların hakkaniyetlerini bastırma stratejilerinden oluşmakta. Ancak artık devletler gidip onları öldürmeyi tercih etmiyorlar. Çünkü bu soykırım olur ve çağdaş dünyada bu çok eleştirildiği için artık kaçınılan bir yol olmaya başladı. Dolayısıyla devletler yepyeni bir strateji geliştirdiler ki bunlar, emperyalist devletler tarafından kotarılan bir strateji ve sözüm ona barışçıl bir yol olarak öneriliyor. Ama bu stratejiye, düşük yoğunluklu savaş stretejisi adı verilmekte. Devletlerin yaptıkları şu; örneğin Chiapas’tan somut örnekler verebilirim. Etnik çatışmaları derinleştirmeye çalışıyorlar. Bir sektöre ya da bir etnik guruba bol miktarda para veriyorlar, farklı etnik guruplar arasında çatışkıları körüklüyorlar. Bu çatışkılar ya da çelişkilere etnik ya da dinsel çelişkiler diyorlar, bu iç çatışma gibi görünüyor. Yani devletin buradaki rolü genellikle gözden kaçırılıyor. Örneğin su kaynaklarını kirletiyorlar, zehirliyorlar. Tarlaları yakıyorlar. Böylelikle insanları cemaatlerini terk etmeye zorluyorlar. Bunların hepsi rastlantısal değil programlanmış girişimler. Düşük yoğunluklu çatışma üzerine bir el kitabı var. Bu ABD’deki Amerikalılar okulunda öğretilen doktorinlerden oluşuyor. Ayaklanma bastırma teknikleri ve bunların en önemli taktiklerinden bir tanesi de kadınların ırzına geçmek, tecavüz etmek ya da kadınları fuhuşa sürüklemek ya da mahallelere uyuşturucu madde yerleştirmek ve onları uyuşturucu müptelası olarak göstermek. Bunların hepsi programlanmış şeyler. Düşük yoğunluklu savaş böyle bir şey. Kuşkusuz kadınların bedeni en uygun şiddet alanları olarak gözüküyor. Bu, dünyanın heryerinde yaşadığımız bir gerçeklik. Dolayısıyla pek çok vaka var. Örneğin son zamanlarda Chiapas’da üç kadın askerler tarafından tecavüze uğradı. Oysa askerlerin orada barışı ve güvenliği sağlamak için bulunduğu söyleniyor. Örneğin bizde Çorçillerle Çerçiller arasında ki gerilimi engellemek için çektikleri söyleniyor. Ya da partiler arası çelişkileri önlemek için, çatışmaları önlemek ya da Katoliklerle Protestanlar arasındaki çatışmaları engellemek için orda bulunduğu söyleniyor. Bunların hepsi siyasal manipülasyonlar. Kadınlar olarak bizler, savaşın ilk hedefleri arasındayız.
Dünyanın çok farklı yerlerinde yaşayan kadınların biribirine çok benzer sorunlar yaşamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsrail’in güneyinde bedevi kadınlarla tanıştığımda, onlarında aynı problemleri yaşadığını gördüm. Dolayısıyla bu benzerlik şaşırtıcı değil. Türkiye’deki, Latin Amerika’daki, örneğin Meksika’daki ya da bedevi kadınların aynı sorunları yaşamasını şaşırtıcı bulmuyorum. Tüm bunlar ABD kaynaklı bir emperyal politika tarafından biçimlenmektedir. Dolayısıyla dünyanın her tarafında kendi adamlarını eğitiyorlar. Bu nedenlede yöntemler üç aşağı beş yukarı aynı.
Özellikle emperyalistlerin saldırılarında ve üretim alanlarının pazarlarını ele geçirme politikalarında, toplamda tüm halka yönelik sindirme politikaları ve onlarda yarattıkları yanılsamaları özellikle özgürleştirme yanılsamalarının bir parçasıda kadınlar oluyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, kendilerini feminist olarak nitelemekle birlikte neoliberal politikalarla son derece uyum içinde olan pek çok kadın var. Türkçeye yeni çevrilen kitabımda analiz eğitim konulardan bir tanesi, bu büyük politikaların, bu büyük siyasaların kendini feminist olarak niteleyen Amerikalı ya da Alman kadınların, biz üçüncü dünya kadınlarına yönelik (Meksika ya da Türkiye gibi) sömürgecilik ilişkilerini nasıl yeniden ürettiklerine ilişkindir. Yani onlar bizim sömürgecilerimiz haline dönüştüler. Başka bir özellik, Zapatistaların söylediği gibi biz sabahtan işe başlamayı tercih ediyoruz. Feminizm içinde böyle bir sorgulama başlattık. Özellikle makro politik ilişkiler anlamında. Bazen farkına bile varmıyorlar. Ben, bu Amerikalı kadınların pek çoğuyla pek çok yıl birlikte çalıştım. Tıpkı Bush’un Afganistan kadınlarını savunması gibi (biliyorsunuz Afganistanı kadınları kurtarmak için işgal etti) onlar da kadınların yandaşı olduklarını söylüyorlar. Savaşa gerekçe yaratmak için kadın haklarını gerekçe olarak gösteriyorlar.
Siz, kadınların mutlak savaş karşıtlığını ya da mutlak ve koşulsuz barış talepleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Evet, bu tür görüşleri taşıyan kadın kurumları var. Siyahi kadınlar gibi. Nerede savaş varsa, savaşa karşı örgütlenen, yani savaşa karşı topyekün olarak karşı çıkan kadınlar var, kadın hareketleri de ortaya çıkıyor. Meksika’da bir gazetede okumuştum; bazı kadınların bir adamın Çin’de anaerkil olduğunu söylediği bir etnik gurupla yapılmış bir araştırmasına ilişkin haberlerini okumuştum. Kadınlar evlenmiyorlar, sadece çocuk yapmak için birileriyle ilişkiye giriyorlar. Bu toplumda savaşın olmadığını söylüyordu. Bu araştırmacıya göre kadınlar dünyayı yönetiyor olsaydı savaşlar olmazdı. Ben bundan çok şüphe duyuyorum. Çok idealist bir anaerki kurgusu bu. Erkeklerin sahip olduğu tarzda bir iktidara sahip olsalardı, ben kadınların yine savaşacaklarını düşünüyorum. Elinde büyük bir güç toplamış, önemli mevkilere ulaşmış çeşitli kadınlara ilişkin örnekler var elimizde. Örneğin Bulgamayır çok barışçı bir örnek sayılmaz. Ben bu yaklaşımın çok özselci olduğunu düşünüyorum. Hani sadece kadın olduğumuz için barışçı olduğumuzu söyleyemeyiz. Toplumsal politik çevreyle etkileşimin ürünüyüz hepimiz. ‘Barış Suçları’ isimli bir kitap var. Yani burada barışta da suç, barışında zaman zaman bir suç olabileceği söyleniyor. Kendi başına barış, kadınlarla erkeklerin adil ilişkisini sağlayamaz ya da güvence altına alamaz.
Biz bültenimizin bu sayısında savaşa ve savaş içerisinde kadının rolüne yer veriyoruz. Savaş içerisinde kadının sadece mağdur kimliğiyle ele alınmasının kadının mağduriyetini pekiştireceğini ve savaş koşullarında aktif rol almalarını engelleyerek onları geriye düşüreceğini düşünüyoruz. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir? Kitabinizda ya da araştırmalarınızda kadınların hangi yönüne ağırlık veriyorsunuz?
Tümüyle katılıyorum görüşlerinize. 1993’te feminizmden bıkmıştım. Çünkü hep kurban olduğumuzu öne sürüyorlardı. ‘Kurbanlık’ yeter artık dedim. Kadınların erk ya da güce sahip olduğu yerleri aramaya başladım. Meksika’daki kadın sağaltıcıları Şamaları buldum. Bunlar güç sahibi olan, erk sahibi olan kadınlar. Bu kadınlar hiçbir şekilde kurban gibi gözükmüyorlar. Nasıl durduklarına bakıyorum. Mücadele ediyorlar, savaşıyorlar. Tecavüzede uğrasalar, aşağılansalarda son derece güçlüler. Çünkü mücadele etmesini, yani cevap vermesini, tepki vermesini biliyorlar.
Bu kitapta sözünü ettiğimde bu. Maalesef kitapta kadın kurbanlardan söz etmiyoruz. Bu neoliberal emperyalist politikalardır. Hayır, kadınların kurbanlaştırılmasından söz etmiyoruz. Kadınların erk, güç sahibi olduğu ve mücadele ettiği alanlardan söz etmeyi tercih ediyoruz.
Mesela bu edilgen kadın imgesi tam da Meksika’daki kentli kadınların yerli kadınlara ilişkin düşüncelerini yansıtmaktadır. Yani onların edilgen, ezilmiş, zavallı, çaresiz olduğunu, kurban olduklarını söylüyorlar. Toplumsal olarak farklı bir yerde konumlandırılmış olduklarından kadınlar olarak stratejileri farklı. Ama bu onların kendilerini savunmadığı anlamına gelmez. Haklarını talep ediyorlar ama farklı olarak. Özellikle hegemonik feministler tarafından ya da hegomonik feminizm tarafından tümüyle göz ardı edilen ya da görünmeyen, farkına varılmayan bir nokta bu. Makalelerde yerli kadınların söylemlerinden uzun uzun alıntılar yaptım. Kendi haklarına nasıl sahip çıktıklarını göstermeye çalışarak.
Özetle, ben kadınların gücünden ya da ayrıcalığından bahsediyorum. Onların kurban oluşlarından değil. Söylediğniz gibi iki tarafı keskin kılıç gibi. Yine Bush’tan söz edelim. Afganistan’daki ‘zavallı’, ‘kurban’ durumundaki kadınları kurtarmak için yola çıktı. Tabi bunun için de binlerce insanı öldürdü. Bir karikatüre dönüştü her şey ve biz bu görüntüleri izliyor, onlara sahip çıkmıyoruz.
Röportajımızın sonunda sizinde özellikle değindiğiniz bir noktaya vurgu yapmak istiyoruz. Kadın mücadelesi yürüten örgütlülükler ya da kadınlar çoğunlukla geri kalmış ülkeler olan üçüncü dünya ülkelerindeki kadınların mücadelelerine yabancı kalıyor. Bizlere bu kadınların sadece mağdur olan yanları yansıyor. Sizce bu yabancılaşmanın nedeni nedir? Bu konuda son olarak neler söylemek istersiniz?
Farklı mekanlarda yaşayan kadınların sorunlarınında farklılaştığını görmek gerekiyor. Dolayısıyla üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar da kendi mücadelelerini kendileri tayin etmek zorundalar. Örneğin Hiçbir kentli, Meksikalı kentli bir feminist gelip onlara nasıl davranmaları, nasıl mücadele etmeleri konusunda akıl hocalığı yapamaz ki bunu yapıyorlar. Zaman zaman Meksikocity’den gelip, işte, bunlara şunu reddetmelisiniz, şunu yapmalısınız gibi akıl hocalığı yapıyorlar mı biz bunu sömürgecilik olarak değerlendiriyoruz. Size de mesela Alman kadınlar gelip ne yapmanız gerektiğini öğretiyorlar. Zavallı üçüncü dünya kadınları siz özgür olmanın ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz, eğer kurtulmak istiyorsanız şunu şunu yapmalısınız diye akıl öğretiyorlar. Bu kitapta tamda üzerinde durduğumuz konu bu. Çin, Tayvan, Hindistan, bu kitapta yer alan bir çok makale, dünyanın farklı bölgelerinden gelen kadınların yazdığı, yerelliklerinin özelliklerini, tikelliklerini vurgulamaya çalışıyor. Bu bir kadın hareketinin nasıl biçimlendirileceğine ilişkin ipuçları taşıyor. Özellikle tikeliklere ilişkin olarak. Öncelikle kadının edilgenliğinin kocaman bir öykü, kocaman bir yalan olduğunu düşünüyorum. Kadınlar çok güçlüdür. Sadece bir boşluğu, bir mekanı doldurmamız gerekiyor. Eğer ataerkil kurallara inanıyorsan, örneğin, abim ya da babam erkek olduğu için ‘benden daha iyisini biliyordur’ diye düşünüyorsak eğer, bunlara inanırsak, bu, baskının içselleştirilmesidir. Başka kadınlara, öteki kadınlara inanmamız, onların bilgeliğine inanmak, onlara güvenmek durumundayız. Başka, öteki kadınlara güvenebileceğimizi bilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla dünyayı değiştirebiliriz ve her kadın bunu yapabilecek olsa dünya değişir.
Bize vakit ayırdığınız ve görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
*Röportajı gerçekleştirirken çeviri konusunda bize yardımcı olan Araştırmacı-Yazar Sibel Özbudun’a teşekkür ederiz.
– Clara Zetkin
14 Mart, Karl Marx’ın Londra’da ölümünün yirminci yıldönümüydü. Yaşamı, 40 yıl boyunca Karl Marx’ın yaşamıyla en içten biçimde çalışma ve mücadelede bağlı olan Engels, Marx öldüğünde, ortak bir dosta, New York’taki Sorge yoldaşa şöyle yazıyordu:
“İnsanlık bir kafa boyu kısaldı, bugün sahip olduğu en önemli kafaydı eksilen.”
O bununla son derece isabetli bir değerlendirme yapıyordu.
Bu makale çerçevesinde, Karl Marx’ın bilim adamı ve devrimci savaşçı olarak proletaryaya ne verdiğini ve proletarya için ne anlam ifade ettiğini anlatmak, bizim görevimiz olamaz. Bunu yapmak, bugünlerde sosyalist basında onun ölçülemez derecede zengin, derin bilimsel ve pratik yaşam eserini, ve kendisini proletaryanın hizmetine sunan muazzam, mükemmel kişiliği hakkında yazılanları tekrarlamak olurdu. Bunun yerine biz, proleter kadın hareketinin, evet, genel olarak kadın hareketinin özellikle ona ne borçlu olduğunu kısaca değinmek istiyoruz.
Materyalist tarih anlayışı ve kadının kurtuluşu
Şüphesiz: Marx hiçbir zaman “başlı başına” ve bir “sorun olarak” kadın sorunuyla uğraşmamıştır. Buna rağmen o, yeri doldurulamaz bir şey, kadının tam hakka sahip olma mücadelesinde en önemli olan şeyi yapmıştır. Materyalist tarih anlayışıyla o bize kadın sorunu hakkında hazır reçeteler değil ama çok daha iyi bir şeyi, onu incelemek ve kavramak için doğru, emin yöntemi verdi. Kadın sorununu genel tarihsel gelişmenin akışı içinde, genel toplumsal bağıntılar ışığında onun tarihsel olarak koşullanmışlığını ve haklılığını açıkça kavramayı, onun yöneldiği hedefleri, ortaya çıkan sorunların çözümünün ancak hangi koşullar altında bulunabileceğini bilmeyi ancak materyalist tarih görüşü olanaklı kılmıştır.
Kadının aile ve toplumdaki yerinin sonsuza dek değişmez olduğu, bunların ahlak yasaları ya da tanrı buyrukları tarafından yaratıldığı şeklindeki eski batıl inanç paramparça yere serildi. Toplumun diğer kurumları ve varoluş biçimleri gibi, ailenin de sürekli bir oluşma ve geçip gitmeye tabi olduğu, ve onlar gibi, ekonomik ilişkiler ve bunlarca taşınan mülkiyet düzeni ile birlikte değiştiği açıkça ortaya çıktı. Ama üretim biçimini dönüştürerek ve onu iktisadi düzen ve mülkiyet düzeninin karşısına koyarak bu dönüşüme yolaçan ise iktisadi üretici güçlerin gelişmesidir. Devrimcileşmiş iktisadi ilişkiler ve bağıntılar temeli üzerinde insan düşüncesinin devrimcileşmesi, toplumsal üstyapının kurumlarını iktisadi temeldeki değişmelere bağlı olarak yeniden biçimlendirme çabası, mülkiyet biçimlerinde ve egemenlik ilişkilerinde kalıplaşmış olan şeyleri ortadan kaldırma çabası gerçekleşir. Bu çaba, sınıflar savaşımı aracıyla kendini kabul ettirir.
Engels’in aydınlatıcı incelemesi “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”ne yazdığı önsözünden, burada geliştirilmiş olan teorik düşüncelerin ve bakış açılarının büyük kısmının Marx’ın mirası olduğunu, arkadaşının bunları eşsiz sadakatle ve dahice bir mirasçı olarak işlediğini biliyoruz.
Bu eserden tek tek hipotez olarak ayıklanabilecek, evet ayıklanması gereken şeyler ne olursa olsun; bir bütün olarak bu esere bize, bugünkü aile ve evlilik biçiminin, iktisadi ilişkilerin ve mülkiyet ilişkilerinin etkisi altında tedricen gelişmiş olduğu çok karmaşık koşulları berrak bir şekilde teorik olarak kavrayışın parlak bir yığınını vermektedir. Ve bu kavrayış bize kadının geçmişteki konumunu doğru bir şekilde değerlendirmeyi yalnızca öğretmekle kalmaz, bilakis kadın cinsinin bugünkü toplumsal konumunu, özel hukuktaki ve devlet hukukundaki yerini anlamak için de sağlam bir köprü oluşturur.
Kadının kurtuluşunun tarihsel önkoşulları
Bugünkü toplumsal düzende, bu durumu ve hukuki yeri temelden devrimden geçirecek ve kadının hak eşitliğini sağlayacak karşı konulmaz, durdurulamaz tarihsel güçlerin işbaşında olduğu, “Kapital”den ikna edici bir güçle çıkmaktadır. Marx burada klasiklere yaraşır bir ustalıkla, kapitalist üretiminin gelişmesini ve özünü en ince dallarına, en karışık aşamalarına değin tahlilci bir biçimde ele alarak ve onun kendine özgü hareket yasasını artı-değer yasasında keşfederek, -özellikle kadın ve çocukların çalışmasını ele alan açıklamalarında- kapitalizmin kadının eski ev ekonomisi faaliyetinin temelini yıktığını, böylece eskiden kalma aile biçimini çözdüğünü, kadını aile dışında ekonomik olarak bağımsızlaştırdığını ve böylece onun eş, anne ve vatandaş olarak hak eşitliği için sağlam zemini inşa ettiğini ikna edici bir biçimde kanıtlamıştır. Ama Marx’ın eserlerinden şu da açık bir şekilde anlaşılmaktadır:sosyalist toplum düzeni ile kadın sorununun tam çözümü için vazgeçilmez toplumsal ön koşulları yaratabilecek olan ve yaratmak zorunda olan tek devrimci sınıf proletaryadır. Burjuva kadın hakları savunuculuğunun, proleter kadınların toplumsal kurtuluşunu ne mücadele ile elde etme isteğinde ve ne de bu yetenekte olmadığını bir yana bırakırsak, onun, kapitalist toplum düzeni içinde, cinsiyetlerin toplumsal ve hukuksal eşitliği zemini üzerinde yeşermek zorunda olan yeni zorlu çelişkileri çözmekte de aciz olduğu ortaya çıkmıştır. Bu çelişkiler ancak, insanın insan tarafından sömürülmesi ile birlikte bununla koşullu olan çelişkiler de aşıldığında ortadan kalkacaktır.
“Komünist Manifesto”da ve “Kapital”de kadın ve aile sorunu
“Kapital”in bilimsel araştırma içinde ailenin dağılması ve bunun nedenleri hakkında öğrettiklerini, Marx ve Engels’in ortak eseri olan “Komünist Manifesto”, müthiş bir güce sahip olan şu cümlerle özetlemektedir:
“Kol emeği ile yapılan işlerde becerinin ve gücün gerekliliği ne kadar azalırsa, başka bir deyişle modern sanayi ne kadar gelişirse, erkek emeğinin yerini o ölçüde kadın emeği alır. Yaş ve cinsiyet farklılıklarının işçi sınıfı için hiçbir ayırt edici toplumsal geçerliliği kalmamıştır artık. Artık yalnızca, yaş ve cinsiyetlerine göre farklı masraflara yol açan iş araçları vardır…
Burjuvazi, aile ilişkilerinin dokunaklı-duygusal örtüsünü çekip almış ve onu katıksız bir para ilişkisine dönüştürmüştür…
Eski toplumun yaşam koşulları, artık proletaryanın yaşam koşulları içinde yokedilmişlerdir. Proleter mülksüzdür; onun kadın ve çocuklarla olan ilişkisinin burjuva aile ilişkisi ile hiçbir ortak yanı yoktur…
Bugünkü aile, burjuva ailesi hangi temele dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca dayanıyor. Bu aile, tam olarak gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi için vardır; ama bu durum, proleterler arasında ailenin neredeyse hiç bulunmamasıyla ve açık fuhuşla tamamlanıyor…
Büyük sanayiin etkisiyle proleterler için bütün aile bağları kopup parçalandıkça, proleterlerin çocukları basit birer ticaret metası ve iş aracına dönüştükçe, burjuvazinin yapmacık bir edayla aile ve eğitimden, anababa ile çocuk arasındaki kutsal ilişkiden dem vurması bir kat daha iğrençleşiyor.”
Marx, tarihsel gelişmenin yalnızca yıkmakla kalmadığına gözlerimizi açmakla yetinmiyor, aynı zamanda onun yeniyi, daha iyiyi, daha mükemmeli inşa ettiğine dair zafer dolu bir inançla da bizi dolduruyor.
“Kapitalist sistem içinde eski aile yapısının çözülmesi”, diye okuyoruz “Kapital”de, “şimdi ne kadar korkunç ve iğrenç görünürse görünsün, buna rağmen büyük sanayi kadınlara, her iki cinsiyetten genç kişilere ve çocuklara ev ekonomisi alanının öte yanında toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçleri içinde verdiği tayin edici rolle, ailenin ve cinsiyetler arasındaki ilişkinin daha yüksek bir biçimi için yeni ekonomik temeli yaratır.”
Marx ve Engels “Komünist Manifesto”da gururla ve üstün bir alayla, bu gelecek idealine ilişkin kirli suçlamaların karşısına, bugün varolan durumun acımasız karakterizasyonunu koyarlar:
“Burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da, pek doğal olarak, herşeyin ortak olmasının kadınların da ortak olmasına yol açacağından başka sonuca varamaz.
Gerçek amacın, kadınların basit birer üretim aracı olmaktan çıkarılması olduğu, aklının ucundan bile geçmez burjuvanın.
Doğrusu, burjuvalarımızın, komünistler tarafından açıkça ve resmen kurumlaştırılacağını ileri sürdükleri, kadınların ortaklaşa kullanılması karşısında duydukları erdemli öfkeden daha gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınların ortaklaşa kullanılmasını getirmelerine gerek yoktur ki; çok eski zamanlardan beri varolan bir şeydir bu.
Burjuvalarımız, bırakalım genelev fahişelerini, yanlarında çalışan proleterlerin karılarına ve kızlarına keyiflerince el atmakla da yetinmez, birbirlerinin karılarını ayartmaktan sonsuz bir zevk alırlar.
Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklıktır. Bu yüzden de komünistler, olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanılmasını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırılmış bir şey haline getirmek istemekle suçlanabililer. Nerede kaldı ki, bugünkü üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, kadınların bu sistemden kaynaklanan ortaklaşa kullanılmasının, yani açık ve gizli fuhuşun da ortadan kalkacağı açıktır.”
Proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki uçurum
Ne var ki, kadın hareketinin Marx’a borçlu olduğu şey, onun, kendisinden başka hiç kimsenin yapmadığı gibi, kadın cinsini toplumsal kölelikten özgürlüğe, sakatlanarak körelmekten uyumlu, güçlü insanlığa yükselten acılı gelişmenin yolunu aydınlatmış olmasından ibaret değildir. Bugünkü toplumdaki sınıf çelişkilerinin ve onların köklerinin derinlemesine, basiretli bir tahlilini yaparak, o, çeşitli sınıflardan kadınları birbirinden ayıran aşılmaz çıkar karşıtlığını da ortaya çıkarmıştır. Burjuva bayanları ile proleter kadınları sözümona birleştirici bir bağla kuşatan büyük bir “kızkardeşlik” “gönüldaşlığı”, materyalist tarih anlayışının havası içinde, tıpkı parlak sabun köpükleri gibi sönüp gitmiştir. Marx, proleter ve burjuva kadın hareketi arasındaki bağı kesip atan kılıcı dökmüş ve onu kullanmayı öğretmiştir; ama o aynı zamanda, birincisini [proleter kadın hareketini-ÇN] kopmaz biçimde sosyalist işçi hareketiyle birleştiren, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine bağlayan anlayış zincirini de yaratmıştır. Böylece o, mücadelemize, hedef açıklığını ve büyüklüğünü, üstünlüğünü kazandırmıştır.
Güncel sorunlar ve istemlerin temel hedefe bağlanması
“Kapital”, kadın emeği sorununa, işçi kadınların durumuna, işçilerin yasal olarak korunmasının gerekçelendirilmesine vb. ilişkin olarak paha biçilmez zenginlikte olgular, bilgiler ve yol gösterici fikirlerle doludur. O, hem güncel talepler hem de yüce sosyalist gelecek hedefi uğruna mücadelemizde bizim için bitip tükenmez bir fikirsel donanım hazinesidir. Marx bizi, tam da proleter kadınların savaşma yeteneğini arttırmak için yakıcı bir gereklilik olan küçük, çoğu halde verimsiz günlük çalışmaya layık olduğu değeri verme yönünde eğitmektedir. Ama o bizi aynı zamanda siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçırilmesi uğrundaki büyük devrimci kavgayı sağlam, ileri görüşlü bir biçimde değerlendirecek şekilde de ilerletmektedir, ki bu kavga olmaksızın sosyalist toplum ve kadın cinsiyetininin kurtuluşu parlak rüyalar olarak kalır. O bizi öncelikle, günlük çalışmaya değer ve önem veren şeyin, yalnızca o yüce hedef olduğu inancıyla doldurmaktadır. Böylece o bizi, tek tek olguların, görevlerin ve başarıların kalabalığı arasında hareketimizin özünün büyük temel bilgisini gözden yitirme ve güçleri kemiren günlük çabalar içinde, şafağın ışıldadığı geniş tarihsel ufku kaybetme tehlikesinden korumaktadır. O, devrimci düşüncenin ustası olduğu kadar, onun meydan savaşlarına katılmak proleter kadın hareketi için görev ve onur, mutluluk ve şeref olan devrimci mücadelenin de önderi olarak kalmaktadır.
Mart 1903
(Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar, İnter Yayınları, 3. baskı, s.147-154)
Toplumsal yaşamın her hücresinde kendini hissettiren ama gerek toplumun sahip olduğu bir dizi geleneksel, kültürel vb alışkanlıklarla üstü kapatılan yada tartışıldığında gene farklı noktalara çekilerek özünden uzaklaşılan bir sorundur kadının kendi bedeni yada cinselliği.
Toplumların ilerleyişi ile birlikte kadının cinselliğine yaklaşımlar da değişimler göstermiştir. Ancak bunlar, özde değişikliklerden ziyade biçimde farklılıklar olup, aslında kadın erkek tüm toplumsal ilişkileri örgütleyen mülkiyet ilişkilerinin ihtiyaçları doğrultusunda değişiklikler ve farklılıklardır.Anaerkil dönemin kadın tanrıçalarında cinselliğin kutsanması olarak ifade edilen çıplak kadın heykellerinin yerini, özel mülkiyet toplumlarında kadının cinselliği her alanda kullanılacak bir nesne haline dönüştürülmüştür. Yani mülkiyet ilişkilerinden önce, kadın bedeni ve cinselliği türün devamı olma açısından üremeyi ve üretmeyi sembolize ettiğinden, kutsallık anlamını da içerisinde barındırırdı. Kadın bedeni ve özellikle de kadın cinselliğine vurgu yapan kadın üreme organları dinsel ritüellerin araçlarıydı. Anacak kadın cinsiyetinin bütün kutsallığına rağmen sosyal yaşam içerisinde kadının ne derece özgür bir cinsellik yaşadığından kesin bir dille söz etmek mümkün değil. Buna rağmen; mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkışıyla birlikte kadın bedeni ve cinselliğinin de mülk olarak görülmeğe başlandığı bir gerçektir.
Kadının kendi cinselliği üzerindeki söz hakkı olmayışı mülkiyetin ortaya çıkışında miras varis hiyararşisinde kadının bedeni üzerine kurulan denetimle başlamıştır. Miras denilen mülkiyetin devrinde erkek egemenliğinin devamlılığı aynı kandan, aynı soydan olma erkek çocuklarının olabilmesi kadının cinselliğinin denetim altına alınmasını beraberinde getirmiştir. Bu kadının kendi cinselliği ve bedeni üzerindeki en önemli yenilgilerinden birisidir. Kadın o günden sonraki tüm zamanlarda bu yenilginin kurbanı olarak, kendi cinselliğini kendi istek ve düşüncelerine göre şekillendirip yaşamaktansa, bedeninin kendisine ait olmadığını , onun sahibinin bir erkek (ve nihayetinde bir bütün olarak toplumun) olduğu ve o erkeğin kadının bedenini kullanacağı güne kadar korunması, bastırılması ve denetlenmesine zorunlu boyun eğdi. En basit biçimiyle kadının kendi cinselliğini bir erkeğe sunacağı emanet olarak görmesi, kendi cinselliğine karşı yabancılaşmasının da toplumsal yaşamdaki en belirgin biçimidir. Kadının kendi cinselliğine yabancılaşması sadece yaşamının belli bir evresinde ortaya çıkıp belli bir dönemini kapsamayıp, doğumla ölüm arasındaki tüm yaşamı boyunca karşı karşıya kaldığı ve kuşaklar boyunca devam eden bir durumdur. Kız çocuğunun doğduğu andan itibaren cinselliğine karşı ayıp ve günahla terbiye edilmesi, daha çocukluk döneminde içselleştirilen cinselliğinin kötü ve utanacağı birşey olduğu, tüm yaşamını kapsayan bastırılmanın, denetlenmenin ve kadın olmanın cok kötü birşey olduğuğuyla yaşamını sürdürmeye çalışır. Genç kızlık döneminde katmerleşen cinselliği üzerindeki baskı aile, akraba ve bilumum toplum tarafından kuşatılarak, kimseyle paylaşmadığı cinselliği üzerinden değer görür. Bu şekillenişle evlililk kurumu içine itilen kadın, evliliğinin ilk gecesinde topluma bayraklaştırılan gerdek çarşafındaki kanla toplum tarafından kabul edilir çünkü; cinselliği sahiplenilmiştir artık. Bundan sonra kadın, cinselliği ile ilgili kendi istek ve arzularından çok kocasına cinsel hizmet sağlamakla yükümlüdür; cinsellikten korkuyor olsa da , hoşuna gitmese de kendisinin bu cinsellikte ne isteyip istemediğini ifade edemese de -ki; etmesi durumunda hakaret ve dayakla karşılanacağı bir gerçektir- cinselliğini kocasına sunmak zorundadır.
Sadece cinselliğinin bu şekilde kullanılmasının dışında kadın doğurganlığı üzerinde de söz hakkına sahip değildir. Ne zaman ne kadar çocuk doğuracağına özellikle bizim gibi toplumlarda kendisinin karar vermesinden ziyade aile büyüklerinin torun sahibi olma , mürüvetlerini görme yada” kısır mı bu acaba” gibi baskılarla doğurganlığıyla kendisine yönelen bu baskıları geri teptirmeye çalışır. Kendisinin doğurganlığını gerçekte bir çocuk sahibi olmak istemesindense onu başkalarının kendisine yönelen baskısının geri teptirmek için kullanarak doğurganlığına karşı da yabancılaşır. Kadının doğurganlığına yabancılaşması sadece kocası ve aile büyükleriyle sınırlı değildir. Din, devlet, toplumsal kültür gibi erkek egemen kurumlarda kadınların doğurganlığı ile ilgili kurallar ve yasalar koyarlar. Bunlar kurumsallaştırılmış denetimlerdir. Devlet ülke için en uygun nüfusa karar verir ve aile planlama programlarıyla denetim altında tutmaya çalışır. Buna göre kadınları çocuk sahibi olması noktasında cesaretlendirir veya bundan alıkoymaya çalışır. Bir çok ülkedeki kürtaj yasağı buna örnek gösterileceği gibi yaşadığımız avrupa gibi coğrafyalarda çocuk parasının azaltılması ve çoğaltması da bununla ilgilidir. Diğer bir belirgin örnek ise vatan-millet adı altında ırkçılıkla kadınlara, bu vatan için bir değil on evlat doğurtturulmaktadır. Bu şekilde kadının ne kadar ne doğuracağı belirlenirken aynı zamanda kadının analığını hangi koşullarda yapacağı da belirlenmektedir. Çocuğun bakımı vb kadının üzerine yıkılarak toplumsal ve kamusal alandan kadın dışlanır ve bu alanlarda erkeklerin varlığı kabul görür. Özel ve kamusal alan olarak bölünme, kadını kısıtlar ve geleneksel erkek egemenliğini yeniden üretir.
Kadının cinselliği üzerindeki denetimlerin en önemlisini hatta kadının kendisinin bile inanç adı altında baskı altına aldığı araç DİNlerdir.Dinlerin ortaya çıkışı anaerkil dönemin tanrıçalarının toplumda kadını yücelten ve bir erk olarak kabul edilmesinin aracı olması,erkek egemen toplumların örgütlenişindede tanrıçalığın tanrılara geçişi olarak şekillenmiştir.Daha sonraları tek tanrılı,kitaplı peygamberli dinler olarak toplumsal yaşamın şekillendirilmesinde yasa olmuşlardır Her nekadar dört büyük dinden özellikle islamiyet türban,recm,sünnet vb noktasında bugün yargılansada tüm bunlar toplumların yaşamında bu dinlerden öncede varolmuştur.Dinler aracılığı ile erkek yarı kutsal hak ve özgürlüklere sahip olurken, kadın tam aksine denetim ve baskı altına alınmaktadır. Çıktıkları ilk günden itibaren erkek egemenliğinin ihtiyaçlarına göre şekillenip kadının cinselliğinin erkeği baştan çıkaran,onu yolundan saptıran ve kadının sırf bundan dolayı aşağılanmasını,her daim denetim altında tutulmasını zorunlu kılan birer araçtırlar.Dinler, toplumu gerçek yaşamın sorunlarından uzaklaştırıp öbür dünyadaki cennet ve cehennem ikilemiyle uyuşturarak özel mülkiyeti ve erkek egemenliğini meşrulaştırmaktadırlar.Kadın zaten Lilit ve Havva şahsında tanrıya karşı gelerek şeytanla özdeşleştirilerek günahkar kılınmış ve kendi arzularının kurbanı olarak günah işlemiş ve Adem’ide kandırdığından ona hizmetle cezalandırılmak amacıyla cennetten kovulup dünyaya suçunun cezasını çekmesi için gönderilmiştir.Ogünden buyana kadın kendi suçunu affettirebilmek için dinin buyurduğu şekilde kendini sınırlayarak,arzularını bastırmaktadır. Tüm fiziksel özelliklerini yokedercesine kapatarak erkeklerin hedefinden çıkmaya çalışırken aslında cinselliğine karşı yabancılaştırılmakta yada .erkek egemenliğinin din adı altında uygulanan gazabından kendini kurtaramamaktadır.
CİNSEL TERCİHLER
Kadının kendi bedeni ve cinselliğine yabancılaşmasını sadece karşı cinsle ilişkisi ve doğurganlığı üzerinden tanımlamak, geleneksel kadın erkek ilişkisi üzerinden soruna yaklaşmak olur ki, bu da tek yanlı bir cinselliğin yaşanmasını örgütleyen sistemle aynı noktada buluşmak demektir. Varlıklarını ancak 1960′ lardan sonra duyurmaya başlayan ama insanlık var olduğundan beri bir realite olan cinsel yönelimler ne kadar üstü kapatılsa da, yok sayılsa da gün geçtikçe kendini daha da hissettirerek toplumda kendilerine yer açmaktadırlar. Cinsellik bize öğretildiği gibi sadece kadın ve erkek arasında yaşanan bir ilişki olmadığı gibi, aynı cinslerin aynı cinslere veya her ikisine birden de yönelimleri içermektedir. Toplumda kötü, sapıklık, hastalık vb. olarak damgalanan bu cinsel yönelimler, özünde topluma yöneltilen ‘’normal’’cinsel ilişkinin korunması ve devamının sağlanması için oluşturulan saldırılardır. Farklı cinsel tercihlerin dışlanmasında toplumsal, ideoljik ve yasal baskılarla ezmenin, sınırlamanın, sistemin kendisince maddi koşulları vardır. Kadınların cinsel olarak baskı altında tutulması, ailenin kapitalizm için temel öneminden kaynaklanmaktadır. Bir sonraki işçi kuşağını en ucuza maletmenin, egemen ideolojiyi her kuşak yeniden üretmenin, mülkiyet ve miras ilişkilerini sürekli kılmanın temel aracı olan aileyi tehdit eden herşey kurulu sistemin yani kapitalizmin kendisini de tehdit etmektedir.Bundan dolayı insanlık tarihi boyunca kadın ve erkeğin cinsel ilişkisi dışındaki tüm çeşitlilikler yok sayılmıştır.
Nedir bu cinsel çeşitlililkler?
Heteroseksizm olarak bilinen ve her daim kabul edilen karşıt cinslerin birlikteliği dışında kalan cinsel yönelimler olarak tanımlanmaktadırlar. Genel olarak üç başlık altında toparlayacak olursak;
-gay
-lezbiyen
-tansseksüelite
Daha çok hastalık olarak yada gelişmemiş kişilikler olarak adlandırılan bu cinsel ilişki çeşitleri üzerine yapılan araştırmalarda aksine bu kişilerin sağlıklı bireyler oldukları, psikolojik bir sorunları olmadığı da ortaya çıkmıştır.
İnsan kız veya erkek çocuğu olarak dünyaya gelse de cinselliğin ne olduğu ve onu nasıl yaşaması gerektiğini toplumsal egemen şekillenişten öğrenmektedir. Fakat fizyolojik olarak kız veya erkek oluşu onun salgıldığı hormonlarla belirlenmektedir. Fizyolojisiyle hormonlar arasındaki farlılıkların yarattığı bu cinsel çeşitlilik sistem tarafından benimsenmese de toplum tarafından kabul görmese de cinselliğin yaşanmasında doğal tercihlerdir. Özellikle ergenlik çağında cinselliğini tanıma sürecinde kendini gösteren farklılklar daha çok toplumsal şekillenişteki kadın erkek rollerine bürünmeyle bastırılır yada hiç öğrenilmeyen bir evre olarak insanların yaşamlarını sürdürmede belirleyici olmaktadır.Çokta kabül görmeyip daha çok bastırılmaya ve yok sayılmaya zorlanan bu tercihler ya hiç yada açıktan yaşayamadıkları gibi bu durumları açığa çıktığında çevrelerindeki insanlar tarafından dışlanmakta ,hatta işlerini kaybetmekte,hakarete ve şiddete maruz kalmaktadırlar.Bununla sınırlı kalmayıp kimileride cinsel tercihinin farklı olmasının öğrenilmesi sonucu kendisine yönelecek baskıların farkında olup tamamiyle kendini bastırmaktadır.İnsanların cinselliklerini nasıl ve kiminle yaşayacağına kendilerinin karar vermeyip-veremeyip bunların bastırılarak,dışlanarak toplumda yerverilmek istenmesede,kimi ülkelerde devlet resmi nikahla kilisede dini nikahla evlenenlerde vardır.Bir taraftan yok saydırılmaya çalışılıp bir taraftanda nikah dahi yapabilecekleri kadar olanak tanıyan bu sistemin bu cinsel tercihleri kabullenişi ancak kendine tabii kılalabildiği oranda bir kabuldür.
KADININ CİNSELLİĞİNİN PAZARLANMASI
FUHUŞ VE METALAŞMA
Kadının cinselliği üzerindeki yabancılaşması sadece erkek egemen toplumun onu denetim altında tutması ve doğurganlığını kullanması ile sınırlı değildir. Dünyanın bir çok geri bıraktırılmış ülkelerinde törelerle, geleneklerle namus adı altında cendereye alınan kadının cinselliği, modern kapitalist ülkelerde cinsel özgürlük adı altında günü birliktelik ilişkilerle, tüketilirken, bu farklılıklara rağmen ortaklışılan bir diğer nokta fuhuştur Kapitalizm burjuva devrimleriyle geleneksel feodal tabuları kırmış olsada özde aile kurumu,ve fuhuşla kadının cinselliği üzerindeki egemenlik devam etmektedir.
Fuhuş, kadının cinselliğinin denetim altına alınarak erkeğin cinsel olarak ‘’özgürlüğünün” toplumsal olarak kabullenilişidir. Aile kurumunun kutsallığı kadının cinselliğinin denetim altına alınmasından ileri gelmektedir. Ki; bu denetim kapitalizm içinde olmazsa olmaz koşuldur. Aile kurumu ne kadar kutsal kabul edilip fuhuş nekadar lanetlensede ikisi arasındaki benzerliklerde gene kadın cinselliği erkek egemenliğine sunulmaktadır. Birinde kadın sadece bir erkeğin cinsel hizmetkarı durumuna gelirken, diğerinde ise kadının cinselliğinin her erkek tarafından satın alınarak para karşılığında cinsel hizmetkarlığa dönüşmüştür. Fuhuşu sadece kapitalizmle özdeşleştirmek kadının cinselliğinin özel mülkiyet tarihi boyunca iktidar alanlarından biri olduğunuda yadsımak anlamına gelir. Kutsal aile için cinselliği denetim altına alınmış kadının karşısına, cinselliğini satan satmak zorunda kalan kadını koyarak namuslu ve namussuz kodlamasıyla eril sistemin devamlılığı sağlanırken, kadının cinselliğinin her alanda erkeğin hizmetinde olması da garanti altına alınmış olmaktadır. Fuhuşun bugün gelmiş olduğu boyut, emperyalizmin dünya halklarına dayattığı açlık ve yoksullukla aynı boyuttadır. Artık sektör halini alan fuhuşun en çok görüldüğü ülkeler yoksulluğun ve açlığın pençesinde boğuşan ülkelerdir. Kadınların sadece yaşamlarını devam ettirebilmek için cinselliklerini satmak zorunda kalışları, küreselleşen yoksulluk ve savaşlar, kadın ticaretini de uluslar arası alana taşımıştır. Özellikle savaş ve işgal altındaki ülkelerde bizzat açlıktan kendi cinselliğini satmak zorunda kalan kadın ve kız çocukları (yanı sıra kadının cinselliğine yönelen her saldırı ve tecavüzlerle o ülke erkeklerinin onursuzluştırılması da amaçlanır) fuhuş sektörünün beslendiği en önemli kaynak durumuna gelmektedir.Fuhuş şu veya bu ülkede çokluğu veya azlığı ile ortaya konulmaktan ziyade uluslarası boyutta en yakın örnek olarak 2006 dünya futbol şampiyonasında binlerce kadının almanyaya getirilerek bu alanda hizmet vermesi ile olduğu gibi gene Avrupadan Amerika’ya kadar birçok ülkeden erkeklerin geri yoksul ülkelere sırf ucuz vb nedenlerlede akını söz konusudur. .Fuhuş, modern kapitalist ülkelerde, üniversitelerden genelevlere taşınan kadın potansiyelini de içine almaktadır. Herhangi bir açlık ve yoksulluk sorunu olmadığı gibi, yüksek okul bitirmiş akademik kariyer yapmış kadınların da bar ve genel evlerde cinselliklerini satarak para kazanma yolunu tercih etmeleri, emperyalizmin fuhuşu bir meslek- işmiş gibi, her kadının cinselliğini satabileceği bir özgürlük yanılsamasına hapsetmesinden kaynaklıdır. Kadının akademik kariyer yapmış olması şu veya bu üniversiteden fırlayıp genel evlere düşmesinde emperyalizmin bu yönlendirişi önemli bir etkiye sahip olduğu gibi, geleneksel erkek egemenliğinin kadının cinselliğine her alanda aynı yaklaşımı kadını daha kolay yönden para kazanmaya itmektedir. Kariyerinde ilerlemesi ve bunu cinselliğini kullanmadan başarmasının imkansız olduğu koşullarda kadına cinselliğini satarak geçimini sağlamak daha kolay gelmektedir.Fuhuş sadece kadının cinselliğinin meta olarak kullanılması ile sınırlı kalmayıp erkeğin cinsel ihtiyacını fuhuş sektöründe satın alarak yaşamasıda erkeğin cinselliğinin metalaşmasıdır
MEDYA VE KADININ CİNSELLİĞİ
Kadının cinselliğinin pazarlanarak metaya dönüştürüldüğü ve yabancılaşmanın bu alanda gündelik yaşamımızın kopmaz bir parçası durumuna geldiği bir diğer alan ise medyadır. Medya cinsiyetçi ve eşitsiz ilişkileri yeniden üreterek bunu yaygın bir şekilde dolaşıma sokar. Kadının temsili üzerinden varolan tüm değerleri sorgulamadan olduğu gibi alarak onları yeniden ve yeniden üretir. Cinsiyetçiliğin yada kadının cinselliği üzerindeki denetimin, iktidarlaşmanın ve yabancılaşmanın içselleştirirlmesi için çalışmaların yapıldığı alan medyadır. Medya sürekli kadının kullanılan bir nesne ve meta olduğunu vurgular ve kadının yerinin ve statüsünün neresi olduğunu hatırlatan programlarla geleneksel ideolojijnin devamlılığını sağlar. Reklamlardan TV dizilerine, haberlerden gazetelere kadar kadının yeri sürekli bizlere anlatılmaya ve empoze edilmeye çalışılır. Reklamlarda kadın, satılmak istenen metalarla sürekli özdeşleştirilerek kadın ve çocuklar metanın bir parçası gibi topluma sunulmaktadır. Eş ve anne olarak aile kurumunun üstünlüğü ve kadının namus kisvesi altında terbiyesi ilk planda tutulmaya çalışılırken, çeşitli televole ve magazin programlarında kadın cinsel bir obje olarak işlenmektedir. Egemen ideolojinin denetiminde olan medya bir taraftan kadını anne ve eş olgusu üzerinden geleneksel rollere zorlarken, bir yandan da cinselliğiyle satışa sunduğu metanın yanında tüketilen kadın bedeni, -daha da açıktan porno filmleriyle- kadın özgülünde tüketilen cinsellik, günümüzdeki en önemli görsel fuhuş sektörü durumundadır.
VE KADININ CİNSEL ÖZGÜRLÜĞÜ
Kadının cinselliği ve özgürlüğü konusunda karşısında bulunan engellerin kaynağı ve nedenleriyle birlikte ortadan kaldırılması ancak ve ancak kadının cinselliği üzerinde kendi iradesi dışındaki tüm denetim araçlarını geri teptirmesiyle sağlanacaktır. Zira; asırlardır kadınlar, cinsellikleri yüzünden ikinci sınıf insan konumuna düşürülmüş ve sadece bunun üzerinden değer görerek aile, toplum ve sistem üçgeninde kendilerini bulmaya zorlanmışlardır.
Cinselliğin iki kişi arasında doğal bir paylaşıma dönüşmesi tüm bu engelleri aşmakla mümkün olacaktır. Kadın kendi gerçekliğinin tarihsel ve toplumsal olarak farkına varıp, eril düşünce ve sistemin kadın üzerinde yarattığı düşünce, davranış ve tahribatları sorgulamakla işe başlamlıdır. Kadının bu tahribatları açığa çıkartıp cinsel yaşamına yön vermesi kendi cinsel özgürlüğünün de başlangıcı olacaktır. Bu da kadın olarak cins bilincimizi geliştirip , kendi özümüzü aramamız ve sınıflı toplumu sorgulamamızla mümkün olacaktır.
AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
Latince’de başkası, yabancı manasına gelen AHenus kökünden türeyerek batı dillerine alicnation şeklinde geçen yabancılaşma kavramı, hukukî kullanımıyla, bir mülkiyetin, satış veya hediye gibi herhangi bir yolla bir kişiden başka bir kişiye intikali, mülkiyetin benzer yollarla el değiştirmesi anlamına gelmektedir. Psikiyatride yabancılaşma, genellikle normalden uzaklaşma, normalden bir sapış olarak görülmektedir ki, bu patolojik bîr durum, bir akıl hastalığı veya delilik olarak değerlendirilmektedir. Günümüz psikoloji ve sosyoloji teorileri ise yabancılaşma terimini, bir ferdin topluma, doğaya, diğer insanlara veya kendisine karşı duyduğu yabancılaşma hissi olarak tanımlamaktadırlar.Marxise yabancılaşmayı özetle; insan emeği tarafından yaratılan nesnelerin, insanı köleleştiren yabancı bir öz olarak kendisine geri dönme süreci olarak tanımlar.
İlkel Komünal dönemde doğal üretim içerisinde üretenler aynı zamanda tüketenlerdi. Fakat bu şekil üretim ve tüketim biçimi artan iş bölümü ve yerleşik hayatla birlikte; artı ürün, artı değer ve buna bağlı olarak özel mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte değişmiştir. Özel mülkiyet insanın doğaya, insana ve ürettiklerine dolayısıyla emeğine yabancılaşmasının da başlangıcı olmuştur.Bu durum çok geçmeden cinsler arasında da kendisini göstererek ezilen cinsin ortaya çıkmasına, yine insanın duygularına, düşüncelerine ve nihayetinde fiziğine de yabancılaşmasını beraberinde getirmiştir
Özel mülkiyetle birlikte sınıfların ortaya çıkması ve egemen sınıfın ezilen sınıfa dayattığı mecburiyettir de yabancılaşma. Bu mecburiyet aynı zamanda birçok özlemin bastırılmasına da yolaçacaktır. Buna yabancılaştırılmış hayat da diyebiliriz. Yani artı ürün, artı değer ve emeğin gaspı.Örneğin, köleci toplumda kölelerin köle sahiplerine kendi yaşamını idame ettirmenin dışında verdiği bütün yaşam.Feodal toplumda köylülerin derebeylerine ve toprak ağalarına sağladığı kar ve kapitalizmde proletaryanın burjuvaziye sağladığı artı değer, özel mülkiyet, sermaye. Kısacası üretenlerin ürettiklerine sahip olamayışı emeğin egemen sınıf tarafından gasp edilmesidir aynı zaman da yabancılaşma.
Kadın ve yabancılaşma
Mülk’ün çıkışıyla birliktesahip olunanın kendinden üreyenlere bırakılması arzusunun bir sonucu olarak ikinci cins insan konumuna düşürülen kadın da emeğine, bedenine, cinselliğine kısacası tüm varlığına yabancılaşmıştır. İkinci sınıf insan olarak görülmesi dezavantajı nedeniyle de bundan en ağır şekilde zarar görmektedir.
İlk olarak kadının dinlerdeki konumu değişmiştir. Binlerce yıl ana-tanrıça olarak tapınılan kadın tek nesne iken, zamanla erkekleri temsil eden ikonalar taşa kazınmıştır. Buda anaerkil temellerin giderek zayıfladığı anlamına geliyordu.
İş bölümü sonucu erkeğin sürekli dışarı işleri ile uğraşması ve üretim için gerekli araç gereçleri elinde bulundurması mülk sahibi olmasına yolaçmıştır. Bu özel mülkiyet ilişkisi anaerkil sistemi temelden ortadan kaldırmış ve erkek egemen (ataerki-babaerki) sisteme yol açmıştır.Ve o günden bu güne de kadınların toplumdaki yeri onların yaşamış oldukları toplumsal sistemin üretim ilişkileriyle belirlenmiştir.
Dolayısıyla cinsiyet eşitsizliğinin temelini oluşturan, onu besleyen ve yaşatan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı sömürü ilişkileridir.
Köleci toplumda kadın kölelerinde kölesi olmuş ve bu dönem yabancılaşmanın ve her türlüsömürünün en yoğun, en ağır yaşandığı dönem olmuştur. Hatta köle kadının canı da kendisine ait olmamış, istendiği gibi alınıp-satılmış ve öldürülmüştür.
Feodalizmde ise kadının bahçesinde, tarlasında yaptığı iş, ufak tefek işlerden sayılmış ve hiç bir değeri olmamıştır.
Geri kalmış bağımlı ülkelerdeki kadınların ortak sorunu feodal değer yargılarından kaynaklanan eğitimsizlik, din bağnazlığının tuzağında, olayları tanrı buyruğunda ele alan kısıtlı düşünce yapısıdır.Şükretmeci mantık tüm ezilenlere boyun eğdirirken ençokta kadına boyun eğdirmiştir.
Kadın hep başkaları için yaşamıştır.Evlenmeden önce babasının kızıdır,o ne derse öyle olur. Ailesi için, kardeşleri için, çevresi için yaşamıştır. Aynı zamanda da örf-adetlerin baskısıyla şükretmek öğretilmiştir. Evlendikten sonra da eşi için, çocukları için yaşamış, yuvam yıkılmasın diye yaşamın bütün yükünü sırtlamış ama kendisi için yaşamamıştır. Yaşamı kendisi yaratmıştır fakat yarattığına da yabancılaşmıştır.
Marks’ın din konusundaki söyledikleri bugün de gerçeğin ta kendisidir; “Din halkın düşsel mutluluğuna olan özlemidir. Din bir hayal arayan toplumun içinden çıkar, ama halk gerçek mutluluğu anladıktan sonra yiter”. Halkın gerçek mutluluğuna engel olmak yönetici sınıfların birinci görevidir zaten.
Dinin korunması egemenlerin kendi güç ve yetkilerinin korunması demektir. Din adamlarının şu sözleri çarpıcıdır.Saint Paaul; ” erkek kadın için yaratılmadı ama kadın erkek için yaratıldı”.
Saint Jean Chirisastome; ” Bütün vahşi hayvanlar içinde kadından daha zararlısı bulunmaz.”
Napolyon; ” tabiat kadınları bize köle olarak yarattı.”
Sonuçta diyebiliriz ki belkide köleci toplumun kadına yapamadığını feodal toplum yapmıştır.
Kapitalist – Emperyalist Ülkelerde Kadın
Bu sistemde de kadının durumu çok farklı değildir. Sermayenin işgücüne göre konumlanmakla birlikte yine tali plandadır.
Kadının hem emeği hem de bedeni pazara sunulmuştur. Kapitalist devlet yasalarıyla, kurumlarıyla bir yandan kadını eve hapsederken, bir yandan da belli saatler için açtığı kreş ve çocuk yuvalarıyla kadını tali iş gücü olarak yerleştirmeyi planlamıştır.Geçim zorlukları içinde olan kadının ucuz işgücünün pazara sunulması kapitalistlerin proletaryanın sermayeye karşı direnişinin kırılma aracı olarak kullanılmasına yolaçmıştır.
Bu nedenle emekçi kadının kurtuluşunun ancak ve ancak tüm ezilenlerin kurtuluşuyla olacağını bilince çıkartarak cins farkı olmaksızın “eşit işe eşit ücret” talebini öne çıkarmak zorunludur.Bu talep kadının emeğini her zaman ve yedek iş gücü olmaktan çıkarırken, sermayeye karşı proletaryanın direnişini de güçlendirecektir.
Kapitalizmde kadının hem emeği hem de bedeni pazara sunulmuştur. Fahişelere tecavüzün cezası yasalarca 3/2 düşürülmüştür. Fuhuş, para ve özel mülkiyetle başlar. İlkçağ, ortaçağ ve günümüzde değişik biçimlerde kendini gösterir. İlk çağda konukseverlik belirtisi olarak evin kadınını konuğa sunma geleneği vardı.Ortaçağda fuhuş’u yasaklamak için çok çaba gösterilse de kölelik kurumunun iyice yerleşip, köle kadınlarla cinsel ilişkinin rahatlıkla kurulabilmesi, fahişeliğin artmasına neden olmuştur.Para karşılığı fuhuş feodalizmde derebeylerin ülkesine gelir sağlamak hazineyi zenginleştirmek için konuklarının ülkesinin kadınları ile fuhuş yapmayı planladıkları dönemde başlamıştır.
Günümüz emperyalist Avrupa’sında sınıf çatışması keskinliğini yitirdiği gibi, Avrupalı kadında sınıf savaşımından uzaktır. Ne kadar ezilirse ezilsin ezildiğinin bilincinde değildir ya da görmezden gelir. Bu açıdan bizim gibi ülkelerin kadınlarından daha geri durumdadır. Oysaki ülkelerinden uzak olmanın etkisiyle daha çok ezilmektedirler. Ekonomik olarak fazla olmasa da kültürel olarak, sosyal olarak, kimlik olarak; dillerini yerlerini bilmedikleri bir ülkeye geldiler ve sosyal olarak daha çok kapandılar. Kimlikleri, kişilikleri daha çok baskı altında kaldı. Çoğunlukla en ağır temizlik işlerinde çalıştılar ama yine de örgütlenmede az gelişmiş ülke kadınlarına göre daha çok kaçar oldular.
Büyük Fransız devriminde çoğunluk olarak yerlerini alan kadınlara oy hakkı bile vermeyen burjuvazi, kendisine karşı direnenlere giyotinde boyunlarının kesilmesi özgürlüğünü vermiştir.
Çok ilginçtir az gelişmiş ülkelerde 8 Mart’lar hep alanlarda yapılırken Avrupa’da göçmen kadınların çalışmalarıyla alanlarda yapılmaktadır.
İnsanı insan yapan temel faktör onun bilinçli emeğidir. Ona yabancılaştığı ölçüde insanlığından da uzaklaşır. En çok emeğe yabancılaştırılan cins de kadındır. Bugüne kadar hiçbir emeği değer kaydedilmediğinden tarihte çoğu dönemler insan yerine bile konulmamıştır. Kapitalizmle birlikte sanayi pazarına çıkan kadın yine kapitalizmin ihtiyacına göre konumlanmış, emeği hem yedek hemde ucuz iş gücü olarak toplumsal üretimde artçı konumda bırakılmıştır.
Yıllardır belki emeğinin sömürüldüğünün farkında bile olmayan kadın emeğinin ücretlendirilmesiyle( yani bir değer biçilmesiyle) birlikte hem emeğin değerini daha iyi anlamış, hem de sömürünün çekilmezliğini bizzat yaşayarak görmüştür. İşte bundandırki emekçi kadının “eşit işe eşit ücret” isyanı tam da kapitalizmin başlarına denk gelir.
Durum böyleyken Avrupa’da birçok kadının “burada en çok erkekler eziliyor biz ezilmiyoruz” anlayışı da emeğine yabancılaşmayı ne kadar kanıksadıklarına örnek verilebilir. Ne yazıkki bunu da en çok kanıksayan kesim ev kadınlarıdır. Onların bu emeği görülmediği yok sayıldığı gibi kendileri de görmüyor ya da küçümsüyor. İşte tam da bu noktada diyebiliriz ki yabancılaşmanın yaşandığı en üst boyuttur eviçi emeği.
Yabancılaşmadan kurtulmanın yollarına gelince
1 – Bilinçlenmek için ideolojik eğitim
2- Yalnızca eğitimle kalmayıp, ezilen sınıfın bir bireyi olarak hem sınıf mücadelesinde, hem de kadının özgül sorunları çerçevesinde hareket eden örgütlenmelerde yer almak
3- Çevresinde ve dünyada gelişen olaylara karşı düşüncelerini serbestçe ortaya koymak
4- Her alanda hak ve görevlerinin bilincinde olmak
5-Kendisine ve çevresine eleştirel gözle yaklaşmak, gelişmek ve geliştirmek olarak özetlenebilir.
AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
Bazen sokak eğitici görevi görür.Daha önce direniş tarihlerimizde olduğu gibi;Gezi Parkı Direnişinde de meydanlar,sokaklar ve buna parklarda katılarak;”YETTI ARTIK!”diyen halkların demokratikleşme ve özgürleşme talebiyle birkez daha eğiticiliğini gösteriyor. Eğitirken değiştiriyor dönüstürüyor.Haftalardır süren pratiğin kızgın ateşinde; meydanların,sokakların korkunç devindirici gücünü görüyoruz. Hiçbir kitabın yapamadığını hayatın içinden en hızlı ve canlı yapan pratik güçtür aslolan. Bu pratik güçtür ki egemenliğin zorbalığını ters-yüz edecek olan bütün yürekleri birleştirir…
Yaşamın her katmanlarından halkımız sokaklarda, alanlarda kendini buluyor, kendini yaşıyor -yaşatmak istiyor ve kendisi gibi olmak istiyor. Kimbilir belkide yıllarca evinde kimseyle paylasmadığı eşyalarını alanlarda herkesle paylaşıyor.Yani alanlar bencilliği yıkarak paylaşmayıda öğretiyor.Ve bir kez daha Taksim tarihi fonksiyonunu oynayarak; sokağa özgürleşmeye,paylaşmaya paylaştırmaya,öğrenmeye öğretmeye,değişmeye degiğtirmeye,on yılların ölü toprapını ve küllerini pratiğin kızgın ateşinde savurmaya davet ediyor.
Sokak; kaygıları,kararsızlığı,hesapçılığı pratiğin canlı ateşinde küle çeviriyor. Bir yandan karanlığı küle çevirirken diğer yandan da direnenlerin olağanüstü yaratıcılığını ortaya koyuyor. İste bu yaratıcı güçtür ki haftalar boyunca can pahasına süren direnişin; nasıl her konuda olaganüstü zengin üretimde bulunduğunu apaçık gözler önüne sermiştir; Devrim Bakkalıyla, klasik sloganlarıda aşan; kıvrak-özgür ve bilimsel zekanın ürünü renga-renk sloganlarıyla,ortak eczaneleri,gönüllü doktorları,inadına direniş şarkılarını yaratan sanatçıları ve ağız dolusu gülüşleri çağıran mizahlarıyla ve dahası sayamadığımız meslek gruplarıyla, sokak renga-renk ve gürül gürül haykırdı:”direne direne kazanacağız!”. Ve her yer Taksim oldu, her yer Gezi, her yer Kızılay, her yer Gün Doğdu…
7’den 70’e herkesi kucaklayacak ve hiç kimsenin unutamayacağı bir destan yazdı Taksim Gezi Direnişi. Bugüne kadar yaşanmış direnişlerden çok farklılığı vardı; Türkiye halklarının bütün katmanlarını,bütün uç kesimlerini birleştiriyordu. Ve halkın bu birlikteliği gösterdiki bütün uç kesimlere rağmen, egemenlerin iddia ettiğinin aksine; “işte böyle yaşarız bütün farklılıklarımızla, bütün zenginliğimizle” diyerek örnek bir birliktelik ve anlayış sergilediler.
Bu direnişin bir başka özelliği de;başından sonuna kadar yine rengarenk türküleri,espirileri ve mizahlarıyla direnişin sanatsal ruhunu da muhteşem yaratıcılığıyla ortaya koymasıydı.Türkülerle direnmek, coşkuyla direnmek ancak bu kadar güzel olurdu. Faşizmin bütün baskı araçlarıyla; jopuyla, sopasıyla, gazıyla ve tazyikli suyuyla dalga geçerek paçavraya çevirmek ancak bu kadar güzel olurdu. Zalimlerin saltanatının nasıl kağıttan kaplan olduğu ve halk isterse üç haftada bile nasıl tuzla-buz olduğu ancak bu kadar guzel gösterilebilirdi…Tek bir kadın bedeninin bile tanklarından sıkılan tazyikli suyun önünde nasıl göğsünü siper edip dimdik durabildiği ancak bu kadar güzel gosterilebilirdi…Faşizmin anaları çocuklarıyla korkutmak istemesine karşılık; anaların meydanları, sokakları doldurarak nasıl çocuğuna ve davasına sahip çıktığı ancak bu kadar güzel gösterilebilirdi…Ve ezilen emekçi kadının asırlardır onu hapseden mutfakta kullandığı tencere-tavanın nasıl direnişe ses verdiği ancak bu kadar güzel gösterilebilirdi…Ve yine ancak bu kadar guzel gösterilebilirdi;60 yaşındaki bir kadının attığı sapanla faşizme karşı savasta yaşın sınırı olmadığı…Diğer yandan bir engellinin de; yeter ki iraden harekete geçsin, sağlığında bir Toma’nın,bir tankın önünde korkusuz ve tereddütsüz bir kaya olmaya engel olmadığı ancak bu kadar güzel gösterilebilirdi…Ve daha okula başlamadan hayatın okuluna atılan 5 yaşındaki bir çocuğun annesine: “anne ayakkabılarımı çabuk tak eylemi kaçıracağız” demesi, direnişi ancak bu kadar çocukça güzelleştirebilirdi…ancak bu kadar…
Bütün bu güzelliklerin ve değerlerin yanında; direnişin canlı pratiği söyleyecek fazla söze yer bırakmıyor. İşte bu yakıcı gerçeklikten “güneşli güzel günler”e çıkacağız! Bir dahaki sefere sokakların, alanların,meydanların ve parkların; canlı eğitici pratiğinde buluşmak dileğiyle…
OLGA
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) “Medyada kadına yönelik şiddete ve cinsiyet ayrımcılığına son” kampanyası başlattı.
ADHK Kadına yönelik şiddetin magazinleştirilmediği, kadın emeği ve bedeninin sömürülmesinin örtbas edilmediği, kadınların sevinç ve acılarının reyting malzemesi olarak kullanılmadığı bir medya talep ediyor.
Medyada cinsiyetçilik evrensel
ADKH medyada kadına yönelik ayrımcılığın uluslararası boyutta olduğuna “Gazetelerin 3. ve arka sayfalarında çıplak kadın resimleri yayınlanması Alman Bild gazetesinden Hürriyete ortak yayın politikası” diyerek dikkat çekiyor.
“Geri kalmış ülkelerin medyası töre ve namus cinayetlerinde, törelerin ve “namus”un borazanlığını yaparak dinin bu cinayetler üzerindeki tetikleyiciliğini örtbas ederken gelişmiş ülkelerin medyası ise töre ve namus cinayetlerini din üzerinden işleyerek özellikle bugün islamiyeti hedefleyerek dinler arası çatışmayı körüklüyor.”
ADKH medyada kadın yönetici sayısının yok denecek kadar az olduğunu söylüyor.
“Medya üretimin en büyük payını üreten kadınların neden erkeklerden daha az ücret aldıklarını sormadığı gibi eğitimde, politikada, akademik ve bilimsel çalışmalarda neden erkeklerden az ya da hiç olmamalarının nedenleriyle ilgilenmiyor.”
Ayrıca ADKH Türk medyasının milliyetçi yapısının “terörist annesi” gibi kalıplarla kadınları damgalamaktan çekinmediğini de ifade ediyor.
“Medya savaşlarda en çok katledilen kadın ve çocukların sayısını borsa haberlerinden farksız yansıtırken, göç ederken sınırlarda uğradıkları tecavüz ve kaçırılmalardan hiç bahsetmez. Geldikleri ülkelerde ırkçı ve ayrımcı yasalarla düşük gelirli en kalitesiz işlerde yoğunlaştırılarak ekonomik, sosyal ve kültürel olarak geleceksizliğe doğru ikinci bir göçe zorlandıkları ne objektiflere takılır, ne manşet olur ne kalemler yazar ne de mikrofonlar söyler.”(EZÖ)
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi kadına yönelik şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı konusunda duyarlı olm
Dünyanın her yerinde devam eden egemen sistemlerin ezilenlerin demokratik- meşru mücadelelerine saldırıları, şiddetini arttırarak devam ediyor!
Türkiye, Kuzey Kürdistan da ezilen sınıf, ulus, inanç ve cinslerin demokratik taleplerini ve ortak mücadelelerini örgütleyen, bu yüzden oradaki gerici sistemin hedefi haline gelen Demokratik Haklar Federasyonu, Demokratik Gençlik Hareketi ve Demokratik Kadın Hareketi 13 Kasım 2012 günü birçok ilde eş zamanlı saldırıya maruz kalarak, 61 faaliyetçisi gözaltına alınmıştır. Bunlardan 31 i tutuklanarak hapishanelere konulmuştur.
Tutuklananlar arasında; 2011 Dünya Kadın Konferansı Türkiye delegasyonu, aynı zaman da Demokratik Kadın Hareketi temsilcisi Eylem YILDIZ da bulunmaktadır.
Bulundukları coğrafyada, kadına yönelik şiddetin, baskının, ayrımcılığın, karşısında; kadının örgütlü mücadelesini yürüten ve burjuva- feodal sistemin “yasadışı örgüt üyeliği“ maskesiyle tutukladığı DKH temsilcisi DGH ve DHF faaliyetçilerinin tutuklanmalarını kınıyoruz.
Bizler aşağıda imzası bulunan kurumlar ve kişiler olarak , Demokratik Kadın Hareketi temsilcisi ve aktivisleri şahsında tüm DHF faaliyetçilerinin de serbest bırakılmasını talep ediyor ve onların mücadelerini sahiplendiğimizi beyan ediyoruz.
Eylem YILDIZ ve Tüm Politik Tutsaklara Özgürlük!
Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Mücadelemiz!
9 Aralık 2012
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi
5 Mart 2011(Köln) tarihinde Kadının Kurtuluş Hareketi, ADKH(köln), Sosyalist Kadınlar Birliği, Frauenverband Courage ve MLPD(köln) ortak organize ettiği Miting ve Bilgilendirme standı sabah 11.00’da başladı. Kadın kurumlarının yanı sıra çeşitli uluslardan kadınlarda mitingte yerini aldı.
Etkinliğe Dünya Kadın Konferansını selamlayarak başlandı. Orada bulunan katılımcılara 8 Mart’ın ne anlam ifade ettiği soruldu: 8 Mart’ın 100.yılı olması vesilesiyle birlikte olmanın ve mücadeleye devam etmenin çoşkusunu yaşadıklarını ifade ettiler. Sonrasında çeşitli uluslardan(kürt, türk, iranlı, ıraklı…) kadınların Almanyadaki göçmen olmaktan kaynaklı yaşadığı sorunları anlatan kısa bir skeç oynandı. Skeç kitle tarafından yoğun ilgi gördü. Kadın kurumlarının konuşmaları ardından, canlı müzikler eşliğinde halaylar çekildi.
Etkinliğin olduğu sırada Venezuella gerçekleştirilen Dünya Kadın Konferansında gelen mesaj okundu. Eylem, katılan kitlenin Venezuella’da düzenlenen Dünya Kadın Konferansındaki ezilen dünya kadınlarına armağan niteliğinde balon uçurulmasının ardından sona erildi.
Mitingin sona erdirilmesinin ardından CENİ’nin düzenlemiş olduğu yürüyüşe katılındı. Yürüyüşe BDP Milletvekilisi Gülten Kışanak’ın yaptığı konuşmanın ardından başladı. Yürüyüş boyunca ‘Yaşasın 8 Mart’, ‘8 Mart Kızıldır Kızıl Kalacak’, ‘Yaşasın Enternasyonal Dayanışma’ gibi sloganlar atıldı. Ebertplatz’da başlayan yürüyüş Dom Kilisesinin önünde mitinge bıraktı yerini. Çeşitli kadın kurumlarının yaptığı konuşmalar ve müzik dinletisinin ardından sona erdirildi.
6 Mart (Duisburg): 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle dün Almanyanın Duisburg kentinde ‚1857’den 2011’e Bu Tarih Bizim‘ başlığıyla Kadının Kurtuluşu Hareketi ve Avrupa Demokratik Kadın Hareketi ortak bir panel düzenlendi.
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nün çıkışı, tarihsel önemi ve toplumda kadının rolüne panelistler tarafından değinildi. İlkel komünal toplumdan tutamlımda yaşadığımız emperyalist-kapitalist toplumda kadının yaşadağı sorunlar anlatıldı. 1857’ isyanın öğretileri ve bugünde yaşadığımız güncel sorunlarıyla birleştirilerek ilerletilmesi gerektiği konusunuda ayrıca panelistler tarafından vurgulandı.
Panelde bulunan katılımcılar ise: kadının yaşadığı güncel sorunlar ve çözümleri konusunda alternatiflerin yaratılması gerektiğini vurguladı.
Panelin ardından Kiwram grubunun müzik dinletisiyle etkinlik sonra erdirildi.
Hamburg’tan 8 Mart Çoşkulu bir şekilde kutlandı!
8 Mart 2011 (Almanya)Hamburg: Hamburg´da 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle düzenlenen yürüyüşe yaklaşık 300 kişi katıldı. Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Kadının Kurtuluşu Hareketi, Sosyalist Kadınlar Birliği, Nujiyan Kürt Kadın Merkezi, Frauenverband Courage, Peru Kadın Komitesi, MLPD-Hamburg, İtalyan Kadın Grubu, Die Linke ve Şehrazat Transkültürel Kadın Merkezi’nin ortak düzenlediği yürüyüş, Sternschanze S-Bahn (tren istasyonunda) saat 16:30‘da mitingle başladı. Kadın kurumlarının 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili açıklamalarından sonra, yürüyüşe başlandı. Yürüyüş boyunca canlı bir şekilde slogan atılması göze çarpıyordu. Yürüyüş çoşkulu halaylarla son buldu.
8 Mart 2011 (Almanya)Frankfurt: bu yıl 8 Mart Almanyanın Frankfurt kentinde ADKH, Kadının Kurtuluşu Hareketi, Sosyalist Kadınlar Birliği, Bir-Kar, Bundesverband der Mirantinnen, DKP-Frankfurt, Die Linke-Frankfurt, Frauenverband Courage-Frankfurt, MLPD-Frankfurt, Montagsdemo(Pazartesi-yürüyüşü)-Fankfurt, Stadtfraueunkonferenz für die Weltfrauenkonferenz der Basisfrauen ve Werkkreis Literatur der Arbeitswelt Darmstadt’ın ortak düzenlediği yürüyüş saat 16.00’da miting ile başladı. 1 saat süren mitingin ardından yürüyüşü organize eden kurumların ortak açıklaması ve ADKH’nın yaptığı konuşmanın ardından yürüyüşe başlandı. Yaklaşık 200 kişinin katıldığı yürüyüşün oldukça canlı olduğu görülüyordu. Sürekli ortak sloganlar atıldı. Yürüyüş DGB(Alman Sendika Birliği)‘nin önünde sendikalılarla birleşerek son buldu.
HANNOVER`DE 8 Mart‘ta Kadın Örgütleri ve Politik Kurumlar Sokaktaydı:
Almanya`nın Hannover kentinde bulunan kadın örgütleri ve siyasi kurumların olusturduğu sekiz Mart İnsiyatifi tarafından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü vesilesiyle bir yürüyüş gerçekleştirildi.
8 Mart 2011‘de saat 16:00‘da Hannover Ernst August Platz`ta insiyatifin ortak kaleme aldığı bildiri okundu. Bildiride 8 Mart‘ın tarihçesine, çıkış ruhuna, sosyalizm ve emek mücadelesinin bir parçası olduğuna vurgu yapılırken Venezuella Kadın Konferansı ve Ortadoğu‘daki son gelişmelere değinildi. Bildirinin okunmasının ardından Hannover Alevi Derneğinden bir kişinin Nazim Hikmet ´ten bir şiiri almanca okudu. Programdan sonra ikiyüzün üzerinde eylemci yürüyüşe geçti. Halaylar ,ezgiler ile Kırkbeş dakika süren yürüyüşün ardından bitiş noktasına dönen eylemciler halaylar ve ezgilerle eylemlerine son verdiler.
8 Mart 2011 Duisburg(Almanya): Duisburg’ta da 8 Mart diğer illerde olduğu gibi çoşkuyla kutlandı bu yıl. ADKH, Kadının Kurtuluşu Hareketi, Frauenverband Courage, MLPD-Duisburg, REBELL’in ortak düzenlediği miting saat 16.00’da Dünya Kadın Konferansını selamlamayla başladı. miting alanında çeşitli kurumlar bigilendirme standları açmıştı. Orda bulunan kitle yürüyüş yapmak üzere kortejler oluşturdular. Yürüyüşe geçen kitle oldukça çoşkuluydu. Davul-Zurna eşliğinde halaylar çekildi yürüyüş sırasında. ADKH’nın kortejinde sürekli ‚ 8 Mart Kızıldır Kızıl Kalacak‘, ‚Yaşasın 8 Mart‘ ve ‚Yaşasın Enternasyonal Dayanışma‘ sloganları atıldı.
Yürüyüşün ardından miting alanına tekrar geri dönen kitle, Courage’nin hazırlamış olduğu koronun seslendirdiği ‚Kadınlar Dünyayı birleştirir‘ ezgisiyle tekrar mitinge başladı. Mitinge katılan kitle dahil oldukça renkli olan mitinge dışardaki kitleninde ilgisini yoğundu. Kurumların 8 Mart’a dair açıklamaları okunduktan sonra kültürel bölüme geçildi. Bertha dans-tiyatrosu kadınların oynadığı tiyatro kitle tarafında yoğun ilgi gördü. Alman-tunus Cemaati’nden Tunuslu kadın Müzisyen seslendirdiği canlı ezgilerle ve tunuslu çocuk dans grubunun sergilediği oyunlarla eyleme destek verdiler.
Eylem, Venezuella Dünya Kadın Konferans’ından görüntülerin slayt gösteriminden sonra son buldu.
8 Mart Emekçi Kadınlar Günü Köln”de çoşkuyla sokakta kutlandı!
TARİHTEN GÜNÜMÜZE KADIN MÜCADELESİ VE DURDUĞUMUZ YER
“Kadın işçiler kadının özgürlüğünün ayrı değil, büyük sosyal sorunun bir parçası olduğundan tamamen emindirler. Bu sorunun bugünkü toplumda hiçbir zaman çözülemeyeceğinin, ancak toplumun köklü değişiminden sonra bunun mümkün olabileceğinin de bilincindedirler… Kadının özgürlüğü, tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda, kadınların işçiler gibi haklarının tam sahibi olması mümkündür.”(24) Clara Zetkin
Tamamen, ekonomik sistemlerden kaynaklı her sistemin kendine özgü ortaya çıkardığı sömürü biçimleri var olmuştur ve her dönemin kendine ait, haksızlıkları eşitsizlikleri kendini göstermiştir.
Şu anda da dünyada emek sermeye çelişkisi, ezilen uluslar, ezilen inançlar, cins sorunu gibi eşitsizlikler, haksız savaşlar, işgaller, giderek yoksullaşan bir çoğunluk vb eşitsizlikler gündemdedir.
Ama bütün bu eşitsizliklerden bir tanesinin kesinlikle diğerlerinden ayırt edilip özenle incelenmesi gerekir ki, bu da ezilen cins olarak kadının toplumsal konumudur.
Cins sorununu özenle ele alınmasını gerektiren özelliği binlerce yıllık olması değil, aynı zamanda bugüne kadar değişik pencerelerden ele alınarak doğru bir çizgide mücadelesini verilmemesidir, her verilen mücadele anlamlı olduğu kadar eksiklikler ve hatalarda içerir.
Binlerce yıldır eşit olamamış bir cinsin, özgür olma mücadelesinden bahsediyoruz. Tabiatın, doğa koşullarının, çocuk doğurmanın vermiş olduğu doğal şekillenişten dolayı var olma mücadelesi veren kadın bir şekilde öne çıkmıştır ve bu öne çıkış aynı zamanda onun yaratıcılığını da geliştirmiş ve birçok işi deneme yanılma yöntemiyle bulmuş ve idare etmeyi öğrenmiştir. Ancak özel mülkiyetin ortaya çıkması, insan emeğinin ve özelde de kadın emeğinin görünmez kılınması, sınıfların ortaya çıkması ve yaşanan bütün sınıflı toplumlarda daha çok dibe çekilen bir kadın çığlığından bahsediyoruz.
Kadın; tarih boyunca din, ahlak, kültür, değer yargıları vb anlayışların hedefi durumunda olmuştur. Kadın olmasından kaynaklı biçilen tüm roller, gerici egemen ideolojiye tabi ve bir bütün olarak kadını yok sayan anlayışlardı.
Bu cendere altında kadın toplumsal gücünü yitirmiş bir cins olarak erkek egemenliğinin belirleyiciliği ve kadının zayıflığı anlayışıyla cins bilincini geliştirememiştir. Kendisine öğretilen cins bilinciyle sürekli edilgen babasına, eşine tabi olan, ailenin devamını sağlamakla yükümlü, korunmaya muhtaç, tek başına toplumda var olamayacağını düşünen düşün dürtülen bir kadın durumu var ortada. Yasa koyucuların en gerekli gücü olurken bir taraftan da kendisini yok etmiştir. Burjuva erkek egemen sistemin kadına yönelik anlayışlarını bir şekilde onaylamış ve yeri geldiğinde boyun eğmiştir. Aslında bu durumundan dolayı bir yönüyle bu sistemin devamcısı olma durumunda kalmıştır.
Bu durum günümüzde hala devam etse de kadının özgürlük mücadelesi için can bedeli sokağa dökülen kadın kitlelerinin bıraktığı miras bugün üzerinde yükseldiğimiz temeldir. Tarihe şöyle bir baktığımızda örgütlü mücadeleyi Fransız devriminden başlayarak ele almak, günümüze ışık tutacaktır.
İlk burjuva devrimi olan 1789 Fransız devriminde kadınlar tüm gücüyle devrimdeki yerini almış, büyük fedakârlıklar göstermiştir. En ön saflarda mücadele eden kadının devrimden sonra eski konumundan ileriye taşınabildiği söylenemez, sadece devrime katılmakla kalmayan kadınlar, kitlesel kadın eylemlikleri örgütlediler ve Fransa çapında kadın dernekleri kurdular. Cinslerin eşitliği istemi, kadın hakları ve özgürlüğü düşüncesini dillendirmeye başladılar. Devrim meclisi tarafından yayınlanan insan hakları bildirgesinin gerçekte erkek hakları bildirgesi olduğunu anlayan devrimci kadın önderler, buna karşın kadın hakları bildirgesi yayınladılar ve ’ kadının idam sehpasın çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.’ diyerek toplumsal ve siyasal eşitlik talep ettiler. Burjuva devrimi bütün talepleri ret ederek ve bu talepleri dile getiren kadın önderleri giyotine yollayarak, tüm kadın örgütlerini kapatarak bu devrimin kadını özgürleştirmesi sorunu olmadığını ortaya çıkardı.
Kapitalizmin geliştiği ve buna karsı keskinleşen sınıf çelişkisinin sonucu olarak sınıfsal mücadelelerin yükseldiği 1800’li yıllarda, kadın sorunu, Marx ve Engels’in materyalist tarih anlayışı ile yeni bir perspektif sunduğu bir duruma ulaştı. Engelsin ‘ailenin özel mülkiyeti ve devletin kökeni’ yapıtı ile geniş detaylandırıldığı kadın sorunu toplumsal devrimin bir öznesi haline geldi. Ekim devriminde kadınların oynadığı rol ve bu şanlı mücadele tarihinde ortaya çıkan kadın önderlerin sayısı hiçte azımsanmayacak niteliktedir. Fabrikalarda başlayan direniş ruhu devrim sırasında en ileri cephelerde savaşa götürdü kadını. Clara, Rosa, Kollontai, Krupskaya, gibi kadın önderler, bugün elimizde meşale olarak tuttuğumuz kadının kurtuluşu yolunu aydınlatmışlardır. Fakat kadınlar savaş sonrası erkek egemen anlayışla yüzleşmek zorunda kaldılar. Faşizme karşı aynı cephelerde erkeklerle aynı koşullarda savaşan kadın zafer sonrası erkekler gibi hareket edemiyordu. Savaşa katılan kadınlara kötü gözle bakılıyordu birçok kadın yıllarca savaşa katıldıklarını ve kahramanlıklarını gizleyerek yaşadılar. Kadınlar yeni Sovyet’in yönetim organlarında yer almak yerine evlerine, çamaşırhanelere ya da bakım evlerine gönderildiler.
Çin’de ise devrimden önce adı bile olmayan, tüm feodal değer yargılarının kıskacı altında erkeğe bin bir ihtişamla sunulan bir kadın kitlesi vardı. Devrim mücadelesi sırasında kadınların ideolojik ve politik olarak eğitilmeleri sağlandı. Kadına bakıştaki erkek egemen anlayışı erkeklerinde kavraması noktasında eğitim verildi. Öncü kadın yaratma çalışmaları ve bilinci verilmeye çalışıldı ve kadının kadın olmaktan kaynaklı özgün sorunlarının giderilmesi noktasında adımlar atıldı. Bunların hepsi çok önemli çalışmalardı ama yine de tarihten gelen erkek egemen anlayışın değer yargıları ve içselleştirilmiş olan kültürü sürekli kadına kadın olduğunu hatırlatıyordu. Devrim mücadelesinde çok önemli rol oynayan kadınlar kazanımların ardından geriye itildiler. Sektörler göre konumlandırıldılar.
Bütün sosyalist devrimlerde erkeklerle beraber en ön saflarda savaşan, örgütlenen kadınlar, devrimden sonra cins devrimini tamamlamalarını sekteye uğratan politikalarla karşılaşmıştır. Fabrikaya, toplumsal üretim hayatına değil, eve davet edilmiştir. Entelektüel hayatta, toplumsal hayatta öne çıkması şöyle dursun, hayatın parçası olmasına dair bazı yönlerden geride bırakılmıştır.
Enternasyonal proletaryanın dünya çapında kazandığı mevzilerdeki yukarıda izah ettiğimiz ülkelerde ki devrimci iktidarlar döneminde kadını gerisin geriye geleneksel ilişkiler ağına geri itilmesi yeniden erkeğin gölgesinde bırakılması ve bu sosyalist ülkelerde ki yeni burjuvazinin iktidarı yeniden ele geçirmesi ve sınıf kutuplaşmalarının derinleşmesi nedeni ile, her bir iktidarın yıkılmasının bir sonucu olarak dünyada ki kadın hareketlerinin komünist devrimlere olan güven ve inancının zayıflamasına yol açtı. Bunun bir sonucu olarak kadın hareketleri dünya çapında mevcut gerici sistemleri ve özel mülkiyetçi ufku aşamayan liberal hareketlerin ve reformist hareketlerin etkisine girerek bu sınırlar içinde kalmıştır.
Bizler öncelikle geçmişten bugüne kadın mücadelelerini özümsemeli, geçmiş deneyimleri çizgilerini doğru sorgulayarak, doğru bir mücadele hattı ve çizgisi belirlemeliyiz. Buradan hareketle, değişik coğrafyalardaki kadın mücadelelerine gelirsek;
Başta Hindistan, Bangladeş, Endonezya olmak üzere birçok ülkede kadın ve çocuklar kurulan fabrikaların modern köleleri olarak çalıştırılmaktadırlar. Tayland, Kamboçça daha birçok ülkede sayıları giderek artan kadın fuhuş batağına sürükleniyor. 21. yüz yılda kadınlar orta çağ da ki gibi İran’da, Afganistan’da, Suudi Arabistan’da recim cezasına çarptırılıyor. Taciz ve tecavüz kurbanı kadınlar yasalarca korunmak bir yana azmettirmekle suçlanıyorlar. Yine yakın zaman da Türkiye Kuzey Kürdistan da olduğu gibi kendi bedenleri üzerindeki söz hakları Kürtaj vb. yasaklarla elinden alınıyor. Ezilen halklar cephesinde mücadele yürüten politik kadınlar faşist iktidarların hedefi haline gelerek işkencelere uğruyor, hapis cezalarına çarptırılıyorlar. Kadının mücadelesinin Kürt kadını özgülünde bugün geldiği yer önemli bir aşamadır ve Kürt kadının sesi bugün yankısını bulmaktadır. Paris’te katledilen üç yiğit Kürt kadının da bu özgürlük mücadelesinin en önemli sembolleri durumuna gelmiştir.
Orta Doğu’ya geldiğimizde Orta Doğu kendine has anlayışları, değer yargıları, din üzerinden kadın cinsinin hiçleştirildiği ve aynı zamanda da emperyalist işgalcilerin talan savaşları ile sürekli katliama uğrayan acılar çeken, sindirilen, bedeni üzerinde hiçbir hakka sahip olmayan kadınların yaşadığı bir coğrafya. İç içe geçen faktörlerin sarmaladığı farklı dinamikleri barındıran Orta Doğu bugün itibariyle emperyalist saldırganlığın planları doğrultusunda kaynayan bir kazana dönüşmüştür. Yıllardır diktatörlüklerini sürdüren bir zamanlar emperyalist egemenlerce iktidara getirilen diktatörler yine aynı egemenlerce tahtlarından alaşağı edilmiştir. Tam da bu savaş ortamında kadınlarda özgürlük talebiyle sokaklara dökülmüş ve isyana katılmış ve taleplerini dillendirmiştir. Ama gelin görün ki “Arap Baharı” olarak adlandırılan bu süreçlerde kadın adına bahar ne yazık ki gelmemiştir. Birkaç örnek verecek olursak Mısır’da, Tunus’da, Yemen’de ve Libya’da özgürlük için sokağa çıkan kadına yeni iktidarlar şeriat kanunlarının dayandığı anayasaları gündeme getirerek ve kadınların bazı ülkelerde temsil haklarını nerdeyse kaybettiklerini görmekteyiz. Ve yine şiddet artmış, kadın sünnetleri devam etmekte ve örtünen kadın sayısında artış görülmektedir. Yani sözün kısası Orta Doğu’da kadın olmak bıçak sırtında yaşamak demek.
Kadının demokratik mücadelesinde ve özgürleşme arayışında hareketler baktığımızda Feminizm gündeme gelmektedir. Feminizm burjuva demokratik devrimler sürecinde, burjuva demokratik bakış açısıyla şekillenen kendi döneminin kadının özgürlüğü için haklı ve gerçek bir kavga bayrağı olmuştur.
Feministlerin kendi içindeki farklı anlayışlar feminizmi çeşitli türlere bölmüştür. Tabi ki feminizmin dönemlere ve türlere ayrılmasında hiç kuskusuz ki toplumsal hareketin etkisi büyüktür. Fakat tarihte ve bugün yaygın olarak karsımıza çıkan liberal feminizm, sosyalist feminizm ve radikal feminizmdir…
Feminizmin en kısa tanımı ‘toplumda kadının yararlanacağı hakları çoğaltmak ve erkeğe göre eşit kılmak amacını güden bir düşünce akımıdır’ şeklindedir. Bu tanıma baktığımızda kadın erkek eşitliğini savunuyor, fakat nasıl bir eşitlik.
Feminist akım belli süreçlerde diğer toplumsal hareketlerle iletişim halinde bulunup, sol muhalif cephede yer alsa da, gerek kadın sorunu noktasında çözüm projeleri tartışılırken gerekse de sınıf ve tabaka farkı gözetmeksizin kadın sorununa yaklaştığı için, örneğin sadece kadın olduğu için Merkel’i destekleyen bazı feministlerin yaklaşımında olduğu gibi yürüttükleri mücadele ile en azından batı da belli hakların kazanımında önemli etki yaratmış ve başarı kazanmışsa da nihai çözümden uzaktır. Geldiği nokta itibari ile Avrupa da feminist hareketin genel kadın kitlesinden kopup marjinalleştiği, çevreci vs. harekete eklemlendiği ya da akademik çalışmalar ötesine geçmediği görülmektedir.
Avrupa ve ABD de kadın hakları doğrultusunda burjuva kadın hareketleri oluştu. Bunların talepleri kendi sınıf çıkarlarına zarar vermeyecek bir tarzda gelişti. Kadın hakları uğruna istemlerinin kendi sınıf konumları çerçevesinde sınırlayıp, güdükleştirdiler. Kadının özgürleşmesi ve kurtuluşu hedefi değil, yalnızca burjuva kadınının burjuva erkeği ile eşit medeni ve politik haklara kavuşması arzusuyla hareket ettiler.
Örneğin yaşadığımız Avrupa ülkelerinde kadınların ezici bir çoğunluğunun erkeklerle eşit ve özgür olduğunu ve bu durumun kanunlar çerçevesinde de sağlandığını savunmaları bu kültürel saldırının bir sonucudur. Nitekim cinsler arasında gelir dağılımındaki adaletsizlik, kadının uğradığı şiddet, karar mekanizmalarındaki kadın sayısı, kadın bedeninin sömürüsü, kadının istihdam edildiği alanlar vb. birçok konuda yapılan istatistiklere baktığımızda ya da her yıl dolup taşan kadın sığınma evleri, öldürülen kadın sayısını hesapladığımızda, kadının Avrupa toplumdaki statüsünün eşitlikle zerre kadar bağdaşmadığını görürüz. Avrupa da yaşayan kadın kitlelerinin görece dünyanın sömürge ve yarı sömürge ülkelerindeki hemcinslerinden elde ettiği haklar bakımından bir adım daha ileride olmaları, ikinci cins olarak ezilmedikleri yanılgısına bizleri düşürmemelidir.
…Tüm bu gelişmeler ışığında emperyalistlerin yaratmış olduğu sistemin bir diğer açmazı da bugün yaşanılan ve birçok ülkeyi etkileyen ekonomik krizdir. Kadının yaşadığı sıkıntıları bu sorundan bağımsız ele alamayız. Üretimde yer alan kadının erkekle aynı koşullara sahip olamamasının yanı sıra bugün özellikle kapitalizmin kendi yarattığı krizinin faturası, tüm emekçilere kesilirken, kadınlar bu krizden daha fazla etkilenmektedir. Kriz dolayısıyla kadının yaşam koşulları daha da ağırlaşmakta, eğitim de, sağlıkta ve günlük yaşamdaki kesintiler, kadına şiddetin bir diğer boyutu olan, ekonomik şiddet olarak dönmektedir.
Kadın mücadelesi, sınıf mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Bütün çelişkiler ekonomik temel üzerinden yükselir ve gerçek özgürlüklerin kazanılması mülkiyet sisteminin değiştirilip, toplumsallaşması ile mümkündür. Bu ret edemeyeceğimiz bir gerçeklik olmasına rağmen bugüne kadar salt bu perspektifle ele alınan kadın sorunu sosyalistlerin sınıf indirgemeci bakış açısı eleştirisini almasına sebep olmuştur.
Toplumun ve onun yarısını oluşturan kadının sorunlarını birinden ayrı ele alarak üretilecek bir çözüm projesinin ayakları havada bir anlayış olacağını geçmişte yaşadıklarımız çok net bir şekilde gösterdi. Ama kökleri binlerce yıl ötelere giden deyim yerindeyse insanlığın genlerine işlemiş olan ataerkil anlayıştan kaynaklı, geleceğe yönelik yapılan tüm alternatif toplum projelerinde, ezilen cins sorununun temel konular içinde ele alınması gerektiği de bir o kadar kesinlik kazanmıştır.
Kadınlar bu mücadeleler içinde eşitlik, özgürlük, demokrasi kavgasının yükselmesi noktasında oynadığı rolle kendini göstermiştir.
Kadının ikinci cinsliğinin tarihi, mağduriyetinin tarihidir. Bizim için incelenmesi ve araştırılması gereken bir dönem olmakla beraber, asıl üzerinde durmamız gereken kadının mağduriyeti değil mücadelesidir. Ve bu mücadele yöntemleridir. Kadının yaşadığı sorunlara karsı tarihsel süreçten bugüne gerçekleştirmiş olduğu mücadele, kadının aynı zamanda tekrar toplumsallaşma ve dolayısıyla çözüm gücü olabilme mücadelesidir. Bu mücadelenin neresinde duruyoruz ve biz kadınlar işe önce nereden başlamalıyız sorusunu sormak gerekiyor.
‘BİZ’
Bu soruya verilecek cevap önce kendimizden başlayarak. Gerçek anlamda özgürlük mücadelesi veren ve bunun içinde egemenlerin özgürlük yanılsamalarına karşı mücadele eden bizlerin, festivalimizin sloganında da vurguladığımız gibi, önce kendi içindeki egemeni yenmesi gerekir. Örgütlü kadınlar olarak kendi açmazlarımızı düşünelim. Öz güven, güven sorunu, çözüm üretmedeki yetersizliklerimiz, gündeme yetişemememiz ve kadın olarak toplumsal mücadelede ki önceliklerimiz noktasında yaşadığımız tıkanıklık bizi edilgen ve pasif hale sokuyor. Bizler bu halimizle barışmalı mıyız yoksa bu durumun üzerine giderek mücadeleyi içselleştirerek sürekli değişerek ilerlemeli miyiz? Doğru olan ebetteki ikincisidir. Değişmeyen ve ilerlemeyen, kimseyi değiştiremez ve ilerletemez. Unutmayalım ki, en çok da değiştiricinin değişmeye ihtiyacı vardır. Bilinç unsuruna, bilincin oynayacağı role, siyasete titizlikle önem vermeliyiz. Geleneksel rollerimizi aynı şekilde sürdürmemiz bizim bu yaşama mahkûm olduğumuzu ortaya koyar. Bu durumdan sıyrılmak ve toplumsal mücadelenin öncüsü durumuna gelmemiz zorunluluktur. Çünkü bu aynı zamanda ezilen emekçi kadın yığınlarını kurtuluşa götürmede üzerimize aldığımız sorumluluğun da bir koşuludur.
Bu anlamda örgütlü kadınlar olarak örgütlü erkeklerin gerisinde değil yan yana mücadelenin öznesi olmalıyız. Erkeğe düşmanlaşmadan mücadele ederek yeni bir toplumu kendimizle birlikte yaratabiliriz.
Geldiğimiz toplumun sorunlarını ve kadın olmamızdan kaynaklı sorunlarımızı gözden kaçırmadan bir çalışma tarzı ile hareket etmeliyiz. Kendimize ve birbirimize yabancılaşmadan bir araya gelerek, sorunlarımızı tartışmak ve kadın dayanışmasını yaratacak ve büyütecek örgütlenmeleri yaratmalıyız. Kadının mağduriyeti üzerinden değil mücadelede ki kararlılığını esas alarak bir duruş sergilemeliyiz. Özgün sorunlarımıza karşı özgün araçlar yaratmalıyız. Yani bugün içinde yer aldığımız kadın hareketimizin dinamiklerini çoğaltmalı ve kadının potansiyelini açığa çıkarmalıyız. Bugün içinde bulunduğumuz örgütlenme kadının kurtuluşu adına ve yeni bir dünya yaratma adına bizce en doğru örgütlenmedir. Önemli olan bu örgütlenmeyi sahiplenmek ve kadınlar olarak bu cüreti göstermektir.
Kadın-erkek arasındaki çelişkinin çözülebilir bir çelişki olduğu temelinden hareket eden ve kadının özgürleşmesi konusunda çözüm projesini, ezilen sınıf ve halkların kurtuluşundan bağımsız olmadığı perspektifiyle hareket eden mücadele yöntemi bizim mücadelemizdir.
Kadın cinsi olarak kimlik sorunumuz olduğu ve varlığımız sadece cinsel kimliğimizle tanımlandığı sürece cins mücadelemizi sürdürmek zorundayız, ama sadece bu mücadeleyle sınırlama hatasına düşmemeliyiz. Aksi durumda bizi sadece cinsel kimliğimizle tanımlayan erkek egemen iktidarla ortaklaşmış oluruz. Bu nedenle özgürlük mücadelesi veriyor isek kadını sorun haline getiren her unsura karsı mücadele perspektifini taşımalıyız.
Mücadele alanlarının geliştirilmesinde daha fazla çaba harcamalıyız. Güçlü, merkezi bir gücü yaratamadığımız sürece, bu gücün kurumsal, kitlesel bir işleyişe kavuşması noktasındaki faaliyetin önemini ve aciliyetini duyumsamadıkça, geldiğimiz noktada bir adım daha atmamız mümkün olmayacaktır.
Bizler bir araya gelir ve bir araya gelişlerimizi örgütlersek ve bu örgütlenmeyi doğru bir zeminde ve pratikte örgütleme çabasına girersek örgütlenmeyi bir mağduriyet politikası aracına dönüştürmeden, örgütlülüğümüzü geniş kadın kitleleriyle buluşturma zorunluluğumuzu temel amacımız olarak belirler ve bu hedeften uzaklaşmamak için her adımda kendimizi sorgulayarak gerekirse her şeye yeni baştan başlayacak kadar bilinçli, öngörülü ve hedefine kilitlenmiş bir mücadele yürütürsek, kaderimizi alaşağı edebilir, üzerimizden yükselen egemenleri derinden sarsabiliriz. Tıpkı bir deprem gibi… Her şeyi yıkıp, farklı bir şey inşa edebiliriz.
İSVİÇRE DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ KADININ SESİ ETKİNLİĞİNDE BULUŞALIM
Taksim Gezi Parkı’nın yıkılmasını engelleme mücadelesine geniş kesimlerden katılım ve destek dün geç saatlere kadar devam etti. Bu sabah saatlerinde parkta geceleyen yüzlerce eylemciye polisyine biber gazı ve TOMA’larla saldırarak parka giriş-çıkışı tamamen kapattı.
HABER MERKEZİ (31. 05. 2013)- Taksim Gezi Parkı’nın yıkılmasını engellemek için parkta nöbet bekleyen eylemcilere dün de gün içerisinde destek ziyaretleri gerçekleştirilmiş, aralarında sinemacı, tiyatrocu ve müzisyenlerin de bulunduğu çok sayıda sanatçı da dahil olmak üzere eylem geniş kesimler tarafından sahiplenilmişti. Gezi Parkı’ndaki eyleme katılanlar arasında “Munzur’un dağları da bizim, Taksim meydanı da Taksim Gezi Parkı da” pankartıyla Dersim Dernekleri Federasyonu Munzur Koruma Kurulu, BDP Milletvekili Sırı Süreyya Önder, Kardeş Türküler, Hilmi Yarayıcı de bulunuyordu. Akşam saatlerinde giderek artan kalabalık polis şiddetine ve baskısına karşı parktan ayrılmayarak direnişe devam edecekleri noktasında ısrarlarını gösterdiler.
Sabahın erken saatlerinde yeni bir saldırı daha
Parkın yıkılmasını engellemek için nöbet bekleyen eylemcilere dün sabah bir saldırı düzenleyen polis bu sabah parkta bekleyen eylemcilere bir kez daha vahşice saldırdı. Polis sabah saat 04.00 sularında parkta bekleyen yüzlerce kişiye gaz bombaları ve tazyikli suyla saldırırken saldırından kurtulmak için bir duvarın üzerine çıkan yaklaşık 20 eylemci duvarın yıkımı sonucunda yaralandılar. Eylemcilerin gecelemek için kurdukları çadırlar da zabıta önlüklü ve gaz maskeli kişiler tarafından söküldüler. Yapılan polis saldırısına karşı direnerek alanı terk etmeyen eylemcilerse çevik kuvvet polislerince zorla parktan çıkarıldılar. Polis Gezi Parkına giriş-çıkışları tamamen yasaklarken park içerisinde bulunan çay bahçesi de mühürlendi. Yaşanan saldırının ardından Taksim, Dolmabahçe ve Harbiye’de polis ve eylemciler arasında çatışmalar devam etti.
Redhack İstanbul Emniyet Müdürlüğünü hackledi
Öte yandan RedHack Taksim Gezi Parkı’nda nöbet tutan eylemcilere polis tarafından saldırı düzenlenmesini protesto etmek için Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün internet sitesi
www.beyoglu.iem.gov.tr’yi hackledi. RedHack hackleme haberini Twitter’da şöyle açıkladı:
“RedHack ★ @TheRedHack Gaz muptelasi Beyoglu Ilçe Emniyet’i fisi çekmis http://beyoglu.iem.gov.tr/ 😉 via @DesertAnarchist #DirenGeziParkı”
“RedHack ★ @TheRedHack : Dolarin yesilini Doganin yesiline tercih edenlere, yaz’i gaz’a boyayanlara karsi.. http://beyoglu.iem.gov.tr/ #DirenGeziParkı”
ADKH (5 Haziran 2013) Uzun dönemden beridir iktidarda olan AKP hükümeti, keyfince uygulamaya koyduğu yasaları, çıkar ilişkileri ve rantsal değişimlerine bir yenisini daha ekleyerek yola devam ediyor.
İstanbul’un güzide kalmış yerlerinden biri olan Taksim ve Gezi park ve çevresinin düzenleme adi altında sermayedarlara peşkeş çekilmesine, bu doğa katliamına karşı ve dahası tüm gerici uygulamalarına artik yeter demek için Taksim’de yakılan ateş tüm yurda yayılarak devam ediyor.
Halkın kadın, erkek, örgenci gençlik üzerinde her türlü yaptırım ve söz söyleme hakkını kendinde gören Sultan Tayyip, kendisine karşı direnen emekçileri ise bir grup çapulcu olarak tanımlama aymazlığı içinde.
Ilımlı Türk İslam maskesi altında Osmanlının katliamcılığını, yobazlığını, talancı ve işgalci zihniyetini yeniden hortlatma derdinde olan Tayyip ve hükümeti yapacaklarından geri durmayacaklarını da söylemeye devam ediyor.
Sokağa çıkan yüz binlerin üzerine tüm araçlarıyla faşizanca ve azgınca saldıran devlet ve onun kolluk güçleri onlarca insanı yaraladı ve yüzlercesini gözaltına aldı.
En son Hatay’da yapılan gösterilere katılan Abdullah Cömert’i de katletmekten geri durmadı.
Bu faşist sistemin unuttuğu bir şey var o da halkların öfkesinin nelere kadir olabileceğidir. Emekçiler ve ezilenler eğer sınıf bilincini kuşanırlarsa sadece AKP hükümetini değil, bugüne kadarki tüm faşist, gerici, insana yabancı, kadına düşman sistemi de alaşağı etme gücüne muktedir olabilirler. Son direniş bunu net olarak bir kez daha açığa çıkarmıştır.
Bizler ADKH olarak Taksimde başlayan ve bütün ülkeye yayılan faşizan baskıları kınıyor, halkımızın demokratik haklı isyanının yanında olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Nerede topyekûn saldırı varsa orada da topyekûn isyan vardır. Halkımızın haklı isyanı şunu gösteriyor ki hiçbir faşizan zorbalık halka rağmen saltanatını sürdüremeyecektir. Faşist zorbaların silahı, tankı, topu varsa halkımızın da meydanlarda isyan ateşi vardır. İsyan ateşi bir kez alev alev yayıldı mı faşizminde zorbalığını küle çevirir.
Her gecen gün kadının üzerindeki baskıyı artırarak hiçleştiren, iradesini ve kararlarını yok sayan faşist zorbalığa karşı emekçi ezilen kadının örgütlü isyanıyla karşı duracağımızı açıkça ilan ediyoruz.
“Her yer Taksim, Her Yer Direniş” sloganıyla sokaklara dökülen emekçilerin öfkesi faşizmi boğacaktır!
Direnen halklar ve emekçiler kazanacaktır!
Yaşasın her milliyetten emekçilerin birliği!
Faşizme karşı omuz omuza!
Yaşasın faşizme karşı direnen kadınların hakli mücadelesi!
AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
Arkadaşım bana Gezi Parkına gitme fikrini anlattığında , uzun zamandır başlamış olan bu eylemleri yerinde görebilme fırsatı beni çok heyecanlandırdı. Avusturya da yaşıyor olmamıza rağmen ülkemizde gelişen olaylardan kendimizi soyutlamamız cok güç. Hele bu olay Türkiye’nin geleceğini değiştirebilecek nitelikte bir toplumsal eylemse, daha da ilginç hale geliyordu Taksime gitmek. Avusturya delegasyonu olarak 9 kişi idik. Bir tane kabaretist, Yeşillerden eyalet ve ülke meclisinden birer vekil, yine eyalet ve genel basından üç kişi, iki sivil toplum kuruluşundan öğrenciler ve ben de yine demokratik kitle örgütlerinden biri olarak Avusturya Demokratik Haklar Federasyonu adına Türkiye’ye yola çıktık. Sınırdan içeri girdiğimizde herşey oldukça normal ve sakin gözüküyordu. 15 Haziran cuma gecesi otele vardığımızda saat gece 12 idi ve biz hemen Gezi Parkına gittik. Gezi parkında bize, eylemlere bir fiil katılan 4 genç eşlik etti ve onlar için bizlerin, özellikle Gezi Parkında olanlara gözlemci olarak Avusturya’dan gelmiş olmamız inanılacak gibi değildi. Meslek odaları, dağcılık klüpleri, transseksüel gruplar, illerden gelen sivil toplum dernekleri, sol gruplar, feminist kadın hareketleri, islamcı bir gruba kadar herkesin kendini rahatça ifade ettiği, aynı zamanda seyyar satıcıların da bol bulunduğu, bir köşede Karadeniz’den gelen grup horon teperken, diğer tarafta kürtce halayların oynandığı, kardeşçe yaşamın mesajlarını veren bir ortam yaratılmıştı gezi parkında. Yağmura rağmen oldukca temiz ve düzenli idi. Her gece 1500-2000 insan çadırlarda kalıyordu. Ortak bir sahne, bahçe, koordinasyon merkezi, yiyecek, içecek gazete dağıtım çadırı ve bir de kütüphanesi vardı. Buradaki insanlar bir nevi komün yaşamı kurmuşlar, hırsızlık ya da taciz gibi olayların asla yaşanmadığı. Gündüzleri toplantılar, konserler, açıklamaların yapıldığı, çeşitli gruplardan oluşan Gezi parkı dayanışma platformunun kararları toparladığı bir sistemle kendilerin idare ediyorlardı. Park içinde çeşitli dövizler, pankartlar entellektüel bir zeka ürünü olduğu göze çarpan duvar yazılarıyla alışılagelmiş eylemlerden farklı olduğunu hemen belli ediyordu. İnternet üzerinden cep telefonlarıyla yayın yapan bir radyo ve televizyon da vardı. Avrupa Demokratik Kadin Hareketi’nde yıllarca aktif çalışan biri olarak, gördüklerim beni oldukça etkiledi. Kendi kendime insanlarin istediğinde nasıl da barışcıl, ortak bir yaşamı örgütleyebildiklerini, kadınların ”Ben feministim” diye çadırlarının önüne afişlerini asabilmeleri, toplumun ”ötekileri” olmaktan gurur duyduklarını saklamadan, saklanmadan toplumun öncüleri olabilmeleri yaratmak istedigimiz dünyadan izler taşiyor diye düsündüm.
Taksim Meydanı’na çıktığımızda ise günde 12 saat piyano çalarak eyleme farklı bir renk katan Alman Piyanistin tuşlarından dökülen Çav Bella Marşını dinleyerek otelimize döndük. Benim için o anda bir kadın olarak gördüklerimin güzelliği, otelime gece 5 de dönerken yaşadığım kadın olarak kısıtlanmamış olmanın verdiği özgürlük duygusu muhteşemdi. Istanbul’da kadın olmak, şehrin muhteşem olanaklarının tadını çıkarmak çok güzel. Son yıllarda Istanbul’da kadın olmak daha da zorlasmaya-toplumun modern görünüşlü kadına bakış açısı, zaten geçmişten beri var olan ikinci sınıf vatandaş statüsü gerici anlayışın birleşiminden oluşan bakış açısıyla- özel hayata yasal ve ya pratik hayatta kısıtlamalar artmaya başladı. Bana gençlerin anlattığı ise, özellikle bunu yabancı basına söylemenizi istiyoruz dediler, iki haftadır tek bir kadına taciz veya hırsızlık olaylarının yaşanmadığı bir ortamdır Gezi Parkı.
Ertesi gün ise KESK başkanı ile yaptığımız söyleşide genel durum değerlendirmesi yapıldı. Değişik ülkelerden sendikacıların dayanışma taleplerine ilişkin fikir alışverişi yapılarak, aslında eylemin ülkede kişilerin özel haklarına artan müdaheleyi, sanatçılara yapılan baskıyı, sağlık sektöründeki özelleştirme, eğitim sistemindeki değişiklikler vs gibi pekçok alanda hayata yapılan müdaheleye verilen toplu bir yanıt olduğu söylendi.
BDP Milletvekileri ile yapılan toplantıda ise, seçimle iktidara gelen bu hükümetin seçimle gitmesi gerektiği, halkların kongresi yapılarak geniş bir kitle katılımı olan bir parti altında, kendi yönetimizi iktidara getirme şansımız olduğu belirtildi. Kadın, erkek, genç tüm toplumsal grupların bu eylemle birbirini tanıdığı ve ilerki süreçte birlikte çalışabilmenin tohumlarının atıldığı belirtildi.
Taksim platformu sekreteri ile yaptığımız görüşmede ise Almanya’dan gelen Linke Partisi Milletvekili, Stutgart’daki tarihi tren istasyonu yıkımına karşı başlatılan protestoların pasivize olma sürecini, referandum oyununa gelinmemesi gerektğini belirtti. Aynı anda Almanya, İsviçre, Avusturya ve İngiltere’den gelen delegasyonlarla toplantılar yürütüldü. Oradaki programda bize yardımcı olan Hayat TV çalışanlarına ise sonsuz teşekkürlerimi bildiriyorum.
Platform sözcüsü aldıkları kararla eylemin çok çadırdan merkezi birkaç çadıra indirileceğini, ama isteyen grupların aynı şekilde devam edebileceği şeklindeydi. Bu hareketin sivil itaatsizlik eylemlerine dönüştürülüp, hayatın içine akmasını istiyoruz dedi.
Bu açıklamalardan iki saat sonra meydanda bulundugumuz bir anda, yaklaşık 300 kişi kadar bir gruba polis dağılmaları gerektiğini söyledi. Meydana bakıldığında günlük hayat devam ediyor ve insanlar her tarafta koşuşturmaca içinde görünüyorlardı. Slogan atan gruba polisin saldırısıyla birlikte yüzlerce insan bir anda meydanda toplandı. O akşam meydanda olanlar Avusturya’lı arkadaşlarımı oldukça etkiledi. Ama en çok da eyleme katılan insanların korkularını aşmış olmasını, birbirlerine eylem anında sahip çıkıp kollamalarını, kadınların sayılarının dikkat çekici derecede cok olması, bazı otellerin sığınmak isteyen insanlara yardımcı olmalarını, meydanda ve Gezi parkındaki operasyon bitti gibi gözükürken bu sefer yan sokaklarda devam eden eyleme halkın evlerinden tencere ve tava korosuyla destek vermelerini Avusturya’ya döndüğümüzde anlatmakla bitiremediler. Ayrıca bu kadar kargaşa yaşanırken, aynı anda hayatın normal, devam etmesi, seyyar satıcıların hayatın her alanında bulunmaları, dükkan kepenklerinin günde bir kaç kez açılıp kapanması, insanların panzerlerin üzerine yürüme cesareti onlar için trajikomik bir tablo da oluşturmaktaydı.
Gezi Parkına müdahelenin başlamasının her anını gözlerimizle gördük. Platform sekreterinin açıklamalarına göre hükümet tarafından her hangi bir müdahelede bulunulmayacaktı. Fakat müdahalenin başlamasıyla Gezi parkının dağıtılması, ardından çöp arabalarının anında orada olup, çevreyi büyük bir hızla temizlemeleri, aslında herşeyin o gece için planlanmış olduğunu gösteriyordu.
İstanbulda 3 gece kaldık. İnanıyorum ki eylemdeki en önemli üç geceydi. Gezi parkına yapılan saldırı ve ardından tüm şehre ve ülkeye yayılan eylemler okun yaydan çıktığını gösteriyordu. Bu üç gün benim için çok öğretici, geliştirici oldu. İnsanın pratikle daha hızlı geliştiğini kendimizde gördük. Benimle gelen Avusturya’lı arkadaşların ise oldukça sağduyulu ve objektif değerlendirmelerine şahit oldum. Birilerinin çok kızdığı bu iyi niyetli ”dış mihraklar” aslında İstanbul’u ve halkını sevmiş, bu şehre yine gelmek istediklerini söylemişlerdi.
Eylemcilerin daha çok öğrenci, kadın üniversite ögrencileri, sanatçı, öğrenci, aydın ve toplumun ötekilerinden oluşması ilginçti. Politika ile bağı olmayıp da, aslında son 10 yıldır özel hayatlarına kadar varan kısıtlamalarla pasif politize olan kitlenin sahip çıktığı bir hareketti. Hareketin ilerici yönünü, modern yönünü gönülden destekliyorum. İnsanların tahammül sınırlarının olduğunu, gerektiğinde kendilerini yöneten sistem içi partilere mesaj verebileceklerini görmek, kadınların aktif olarak eylemde yer almaları beni umutlandırdı. Türkiye’nin geleceği daha aydınlık olacak mesajı aldım. Son yıllara baktığımızda kısmen elimizde var olan haklarımızın parça parça çekilip alındığını görüyor, yurtdışında yaşayan bir kadın olarak, her seferinde bu değişikliği daha yoğun hissediyorum. Şu anda ki sorun sistemi değiştirme değil, sistem içerisinde var olan haklarımızın elimizden gitmesini engelleyip, onlara sahip çıkma evresidir. Hareketin bundan sonraki aşamalarını de büyük bir umutla takip edeceğim,sizin de edeceğinize eminim.
Armağan Uludağ
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi-Komisyon Üyesi
24.06.2013-Almanya/Dortmund: Bu yıl, 9 Ocak günü Paris’te katledilen 3 Kürt kadın devrimci Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’e adanan 9. Uluslararası Zilan Kadın festivali Almanya’nın Dortmund kentinde22 haziran Cumartesi günü binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşti.
Festival, HDK’den Pervin Oduncu, Bask bölgesinden Iraide Lajaretta ile Kürt siyasetçi Gönül Kaya’nın konuşmacı olduğu “Çözüm sürecinde kadının rolü” konulu bir panelle başladı. Gönül Kaya, “Bizim savaşımız ataerkil zihniyete karşı kadın mücadelesini ortaya çıkarmıştır. Dünyadaki bütün savaşlarda kadınlar mağdur olmuştur. Ama Kürdistan’daki savaşta kadınlar kendini var etmiştir. Sömürgeciliğe karşı mücadele etmiştir, bir kimlik kazanmışlardır” diyerek “Barış süreci”nin kadın mücadelesi açısından bir bitiş değil, genişletilerek yayılmasının başlangıcı olduğuna vurgu yaparak, “Biz gerilemiyoruz, tam tersine yeniden dağlara ve meydanlara çıkacağız. Bizim mücadelemiz evrensel bir mücadeledir.” dedi. Sunumların ardından çeşitli kurumların ve kürt kadınları fikirlerini ifade ettikleri serbest tartışmaya geçildi.
Bremen Arame Dikran Çocuk Korosu’yla başlayan ve çeşitli müzik etkinlikleriyle devam eden sahne programının yanı sıra, gün boyunca ‘dengbej çadırı’ndan dengbejler okundu, halaylar çekildi. Yapılan konuşmalarda Paris’te katledilen üç kadın devrimcinin faillerinin katliamın üzerinden geçen 6 aya rağmen henüz bulunmadığı vurgulandı. Üç Kürt kadın devrimcisinin aileleri de, onların sadece kendi çocukları değil, bütün Kürt halkının çocukları olduğunu, dolayısıyla katliamın bir an önce aydınlatılması için bütün Kürtlerin ve kurumların katliamın sorumlularının açığa çıkartılması için mücadele etmesi gerektiğini dile getirdiler.
Avrupa’nın farklı ülkeleride faaliyet yürüten çeşitli kadın kurum ve kuruluşları, kurdukları çadırlardan kadınlara ulaştılar. Ayrıca festivale katılan Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Corage, BASK’lı kadınlar ve Sosyalist Kadınlar Birliği gibi kadın kurumları sahnede söz alıp birer konuşma gerçekleştirdiler.
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) de açtığı çadırla festivalde yer aldı. Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) adına sahnede söz alan konuşmacı, cins sorununun bütün yakıcılığıyla devam ettiğini, gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, dünyanın her coğrafyasında töre cinayetlerinin, tecavüzlerin, kadına yönelik her türlü şiddetin, kadın bedeninin pazarlanması gibi vahşetlerin gittikçe artığına vurgu yaptı ve Cewlik Solhan’da 16 yaşındaki Kürdistan’lı genç kıza tecavüz eden 8 askerin birkaç gün önce serbest bırakılmasını hatırlatarak, erkek-egemen faşist devlet yasalarının kadına yönelik bu sömürüyü nasıl korumaya aldığına dikkat çekti.
Egemenlerin boş bırakılan her alanı, kadını daha fazla köleleştirmek için doldurduklarını söyleyen ADKH temsilcisi, ‘Taksim Gezi Parkı’ özgülünde Haziran ayını faşist egemen zihniyete karşı bir direnişe çeviren Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarından umutlanarak, kadının özgün örgütlülüğünün yaşamın bir parçası haline getirilerek hayatın her alanına yayılması gerektiğine ve kadına uygulanan her türden şiddet karşısında ortak mücadele edilmesi gerektiğine vurgu yaptı.
BDP Amed Milletvekili Emne Ayna’nin da bir konuşma gerçekleştirdiği festival, müzik ve çekilen halaylarla sonlandırıldı.
Kadına, kız çocuklarına yönelik cinsel istismar ve tecavüzlerin “neredeyse günlük hayatın bir parçası” haline geldiği ve bu durumun normalmiş gibi sıradanlaştırıldığı bir sürecin içerisinde yer alan kadınlar olarak ağır ve dayanılmaz bir yükün altında olduğumuzu anlatmaya gerek var mıdır? Hemen her gün kadınlar olarak değişik şiddet biçimleriyle hayattan koparıldığımız ve hayatımızın yaşanılmaz hale getiriliği haberleri ortalığa saçılmaktadır. Erkek egemen sistemin erk bilinciyle karşı cinsine yabancılaştığı ve onu metalaştırdığı gerçek gündemden düşmeden devam ediyor.
NÇ isimli genç bir kıza 24 kişi tarafından yapılan tecavüz ve ona tecavüz edenlerin yasa yapıcıları tarafından aklamasının ardından bugün de EA isimli kız çocuğuna tecavüz eden 8 askerin mahkeme tarafından serbest bırakılması ve ancak kamuoyunun büyük baskısı sonucu sadece birini tutuklanmaya uygun bulmuş olması Türkiye devletinin kadını koruma yasaları ve söylemlerinde ne kadar sahte ve inandırıcılıktan uzak olduğunu göstermeye yetmektedir.
Tecavüz eden askerlerin serbest bırakılmaları durumunu gayet normal gören bu sistemin bir gerçeği de şudur ki, tecavüzcü askerlerin özel olarak korunmaya çalışılması bu erkek egemen gerici zihniyetin Türk askerinin böyle şeyleri yapmayacağı biçiminde ırkçı-faşist anlayışı savunmada nasıl da ısrarlı olduğunu gösteriyor. Tecavüz bir devlet politikası haline gelmiş durumda ve devlet kurumlarıyla tecavüzü ve tecavüz edenleri meşrulaştırarak korumaya devam etmektedir.
Kadınların kendilerinin cinsel istismara davet çıkardıklarını sürekli lanse eden gerici anlayış çocuk yaştaki genç kızların ise gönüllü birliktelik yaptıkları safsatasıyla olayın asıl faillerini kapatmak oyununu oynamaktadır (NÇ davasında olduğu gibi). Ama biz kadınlar bu oyuna gelmeyeceğiz. Bizleri özgürce yaşamımızdan alıkoymaya çalışan, bedenimiz üzerinde brifingler veren, horlayan, ötekileştiren bu sistemin daima karşısında olacağız.
Şunu çok iyi biliyoruz ki; erkek egemen sistemin dayandığı temel, özel mülkiyettir. Sadece eşyalar üzerindeki mülkiyet elbette değildir. Onun da ötesinde insanın insan üzerindeki mülkiyettir. Bunun ise en ağır biçimi biz kadınlar üzerinde olmaktadır. Kadını kendi malı olarak gören, Onu dövebilme, tehdit edebilme, susturabilme ve hatta öldürebilme gibi hakları kendinde gören erkeğin saçmalığının temeli tamda budur. Bu zihniyete karşı, çetin de olsa, mücadele esas olmalıdır. Bu mücadele ise ancak gerçek manada özel mülkiyete karşı tutum alanlar tarafından yürütebilir. Ama şu bir gerçektir ki bu savaşımın asıl gücü ve lokomotifi biz kadınlarız. Bu bakımdan kadınlar olarak bilinç devrimini köklü şekilde yaşamalıyız. Kendimizi sisteme endeksli yaşamlardan koparmalı, cins bilinciyle kuşanarak Gezi Parkında başlayan ve Türkiye’nin dört bir tarafına yayılan direnişinde olduğu gibi sokakları zapt ederek kendi savaşımızın savaşçısı da olabilmeliyiz aynı zamanda. Yaşadığımız her alanda her zaman sistemin kadın üzerindeki baskılarını, gerici anlayışlarını ve şiddetini teşhir etmeliyiz. Bundan başka yol yoktur.
AVRUPA DEMOKRATİK KADIN HAREKETİ
Bingöl’de 16 yaşındaki E.A isimli cocuga 2 yıl önce cinsel istismar ve tecavüz ettikleri icin, aralarında uzman çavuşların da bulunduğu toplam 8 asker Bingöl Sulh Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanmış, daha sonra bir üst mahkeme tarafından salıverilmiş ve davaya da gizlilik kararı konulmuştur.
Hamburg’da Rojbin Meclisa Jinen, Yeni Kadin,Sosyalist Kadinlar Birligi,Avrupa Demokratik Kadin Hareketi ve Bingöl Dernegi olarak oturma eylemi ile bu durum protesto edildi. (26.06.2013)
Türkiye’de gelişen halk hareketi yayılıp daha da güzelleşirken rejim ise kadına yönelik anlayışlarını tüm kurumlarıyla ve verdiği tecavüzcülerini koruyan kollayan yasalarıyla sürdürmeye devam ediyor.
Bingöl’de E A isimli genç kıza 8 askerin tecavüzünün yasalar tarafında meşrulaştırılmasını teşhir etmek E.A ve diğer kadınların sesi olmak icin Avrupa Demokratik Kadın Hareketi Londra’nın Wood Green semtinde 1 saatlik oturma eylemi yaptı. Devleti ve kadına yönelik anlayışlarını teşhir eden dövizlerin yer aldığı eylemde dağıtılan bildiriler ve yapılan sohbetlerle devletin tecavüzcü askerlerini koruması ve bir tecavüz kültürü yaratarak kadınların özgürlügünü nasıl yok saydığı anlatıldı.
Eyleme 8 Mart Kadın Örgütü (Iran-Afganistan)’da katılarak destek verdi.
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi 7 Temmuz 2013 tarihinde İsviçre’nin Basel kentinde kadınlarla buluştu. Kadın hareketinin örgütlenme noktasında yaşadığı sorunlar, kadınların pasif kalmalarının nedenleri ve kadınlara ulaşmak için yeni araçlar gibi konuları üzerinden tartışmalar açıldı. Söyleşi esnasında öne çıkan fikirler şu şekildeydi :
Tarihsel gelişim içerisinde kadının rolü ve ikinci cins konumu, günümüzde ve geçmişte kadın mücadelelerini ortaya çıkarmıştır ve bu mücadeleler devrim sonralarında dahi var olacaktır.
ADKH’ nin Avrupa’ya yönelik göçmen kadına dair kampanyalar belirlemesi ve kadının sendikal mücadelesi önerisiyle birlikte önümüzdeki süreçte örgütleyeceğimiz fuhuş kampanyamıza dair ise tüm dünyada fuhuşun esasen zorla ya da ekonomik koşulların sonucu kadınları vurduğu ve aynı zamanda Avrupa’da yaşayan göçmen göçmen kadınlarıda vurduğu aktarıldı. Kadının hayatını zincirleyen gelenekler, feodal değer yargıları, örgütlü cephelerde dahi kadının görülmeyen emeği bir bütün olarak kadın hareketlerini ihtiyaç olarak ortaya çıkarmıştır. Somut olarak kadınların tüm demokratik kitle örgütlerinde sayıca az olması sistemli bir şekilde kadının siyasete kapalı tutulmasının sonucudur. İşte bu yüzden yeni araç ve yeni tarzlarla siyasetin erkek dili olduğu algılamasını ortadan kaldırmalı öte yandan kadının mücadelesini sınıf mücadelesinden soyutlamadan ele almalıyız ve kendimizi mücadele içerisinde eğitim çalışmaları aracıyla geliştirmeliyiz.
Biz Kadınlar olarak içerisinden geldiğimiz uzun sessizliği bozmalıyız. Kadınlara yüklenen etiketlere kavramlara, kullandığımız üsluba karşı önce kendimizi değiştirip dönüştürmeliyiz.
Kadın hareketi kadınların kendi somut çelişkilerini görüp toplumsal mücadeleye kanalize oldukları alanlardır. Özgürleşmek için, örgütlenmeliyiz. Her alanda kültür, sanat, politika da şıçrama yapmalıyız.
Avrupa da elde edilen ekonomik özgürlük kazanımı sosyal devlet manipülasyonu ile kadın mücadelesi geri plana düşmüş ve bir çok kadını bu yönüyle olumsuz etkilemiştir. Buna yönelik bölge bölge tartışmalar sürekli yapılmalıyız.Yöntem olarak ise kadını , kadının içinde özgürleştirmeli, onu bireylere endekslemeden var etmeliyiz. Yani Kadın bir kurtarıcı aramamalı, kendi kurtarıcısı olmalıdır. Aynılıklarımız, ortak sorunlarımız çerçevesinde sokaklara çıkmalıyız. Unutmamalıyız ki sistemin en çok korktuğu kadınların mücadelesidir. Çünkü bu mücadele dünyayı değiştirir.